Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Aralık '08

 
Kategori
Kültürler
 

İçkilerin efendisi: Rakı

İçkilerin efendisi: Rakı
 

İçkilerin efendisi; Rakı


Bugünkü toplumda içkiye ve içki içene karşı yaygınlaşan antipatinin hatta nefretin sebebini içkiden çok içki içmesini bilmeyenlerde görmek gerekir.

İki içip şaşıran, bastırılmış duygu ve düşüceleri başkalarının hakları aleyhine açığa vurup ayaklara düşen, kendini rezil eden; kendisinin ve başkalarının canına kasteden zayıf, cahil, görgüsüz ve kendini bilmezler dikkate alınırsa, içkiye ve içki içene olan nefretin yaygınlaşmasını anlamak daha kolaylaşır.

İçki içmek zayıfın değil, yiğidin harcıdır.

Yiğit ise önce çevresine, sonra kendisine saygı duyan; eline, beline, diline güvenilir; mert ve sadık; adil ve dürüst; sevmesini bilen ve sevilen insan demektir.

Bu özelliklerden bir veya ikisine sahip değilsen, içme kardeşim!
İçip kendini rezil etme, kendi hayatına ve başkalarınınkine kast etme.

Ben de içmek istiyorum...” diyorsan...

Önce kendine çekidüzen ver sonra ilk soruyu sor:
Ben, ne kadar yiğidim?”

Yiğit olduğuna eminsen ikinci soruyu sor:
Bünyem ne kadar içkiyi kaldırır; sınırlarım nelerdir?”

Kazasısz belasız bunu da öğrendiysen üçüncü soruyu sor:
İçki arkadaşlarım da en az benim kadar yiğit mi?”

Bu soruya evet diyebiliyorsan her içki içişinden sonra şu soruyu sor:
Yiğitliğime leke getirdim mi?”

Bu soruya cevap verebiliyorsan ve cevabın “Hayır!” ise sen yiğit bir adamsın; içebilirsin.

***

Eskiler içki içmeyi (işret) amaç değil, bir araç olarak kabul etmişler; özellikle rakıya ve rakı meclisine hep saygıyla yaklaşmışlar...

Çünkü bilirlerdi ki rakı; yiğit, temiz (nâzif), kibar (nâzik), bilgili (ârif), olgun (kâmil), hoşsohbet ve nüktedan şahsiyetlerin harcıdır. Onlar işret ehlidirler. Rakı, ancak onlara saygı duyar, ehil olmayanları ise rezil eder.

İşret ehli olanlar, insan onurunu, insan sağlığını ve sosyal yaşamı işret keyfine asla kurban etmemişler, etmezler. İşreti amaç değil, tanışmak, karşılıklı açılmak ve yakınlaşmak için; muhabbet için bir araç olarak görmüşler, görürler. Adeta, pisikoterapi gibi kabul etmişler; dolayısıyla ölçüyü kaçırmamış ve sınırları aşmamışlar.

Eskiden rakı meclisleri (işret meclisi) düzenlenirdi. Bu meclisler sohbet, muhabbet ve meşk (müzik yapma) meclisleriydi. İşretin yeri ve zamanı, bütçeye göre meze çeşitleri önceden belirlenir, hazırlıklar titizlikle yapılırdı. Meclise kimlerin katılacağı, meclisi kimin idare edeceği önceden belirlenirdi. İşret adabını öğrensin diye, karakterine güvenilen yiğit acemiler de meclise alınırdı. Aceminin erken serhoş olması durumunda idareci, onu açılıncaya kadar dışarıda gezdirip tekrar geri getirmesi için adab bilen birini refakatçi olarak görevlendirirdi. Her meclis adamının acemilik döneminde bir veya iki defa refakatçisi olmuştur.

İdareci, işrete son verdiği zaman birlikte, bol sarımsaklı paça-işkembe içmeye gidilirdi:
“<ı>Paça-işkembe iç ki kaybettiğin gıdayı alasın, bol sarımsak kat ki kanın incelsin; bol su iç ki terleyebilesin...

Denilirdi.
Paçacıdan sonra hamama gidilirdi:
<ı>İyice terle ki rakı ve sarımsak kokusu bedeninden uçsun; yıkan, temizlen ki kötü kokmayasın...”

Denilirdi.
Hamamdan sonra kahveye gidilir, acı veya az şekerli kahveler, çaylar ve sular içilir bir müddet daha sohbet edilirdi. Sonrasında ise “<ı>Evli evine, köylü köyüne...” diyerek, herkes aklı başında ve enerji yüklü olarak dağılırdı.

Rakı ve Rakı Adabı hakkında eskilerden ve yenilerden işittiklerimizi ve okuduklarımızı aşağıdaki mısralarla özetlemeye çalışalım:

İçkilerin efendisi rakı...

Muhabbet içindir, efkâra değil,
Demlenir canlarda, şişede değil.
Çarpar, yerden yere vurur nâ-dânı,
Kâmil olanadır, cahile değil.

(nâ-dân: terbiyesi kıt olanı)

Rakı, içkilerin efendisidir; efendi ister.

Yiğittir, yürek ister
Edibdir, adab ister,
Cömerttir, şükür ister
Dosttur, yaren ister.

Derviştir, sabır ister
Üstaddır, hüner ister
Kadındır, cilve ister
Çocuktur, şefkat ister.

Hoyrattır, görgü ister
Müsriftir, meze ister
Müflistir, cömert ister
Despottur, itaat ister.

***

Bir hikâye...

İşret: muhabbete açılan kapı.

Kadı efendi, akşam karısına dert yanar:
- Ele güne rezil oldum, itibarım iki paralık oldu. Berduşa, ayyaşa, serkeşe artık sözüm kalmadı. Konuş şu oğlanla, artık içmesin; koskoca adam oldu.

Der.
Karısı:
- Ben hep söyledim Efendi; lâkin uslanmadı! Bir de senin ağzından söyleyeyim.

Der ve oğluna babasının sitemini aktarır. Oğlu:
- Tamam ana! Babama söyle; benimle bir defalığına rakı içsin... söz, bir daha da ağzıma sürmeyeceğim.

Anası:
- Tövbe de; çarpılırsın! Kadıların işret ettiği nerde görülmüş, işitilmiş?

Oğlu:
- Valla ana, ben diyeceğimi dedim...

Der.
Kadın naçar... akşam kocasına durumu anlatır. Kadı efendi önce hiddetlenir, kükrer; bir müddet sonra sakinleşir ve karısına: “<ı>Hanım! Eğer bu oğlan içmeyi terk edeecekse, ben de bir defalığına günah işlesem n’olur ki...” Der ve oğlunun teklifini kabul eder.

Oğul bir akşam üstü, tebdil-i kıyâfet etmiş olan babasını alır ve şehir dışında, ıssız bir yerdeki su başına götürür. Çeşme başına otururlar... Delikanlı çıkını açar ve yayar; bir kelle beyaz peynir, kavun, rakı ve iki kadeh... Rakıyı ve kavunu çeşmenin buz gibi suyuna yatırır; peyniri aheste, aheste doğrar.

Evden çıktıklarından beri baba-oğul ne göz-göze gelmişler ne de tek bir kelime etmişlerdir. İksi de tabiatı dinlemeye ve seyre dalarlar...

Bir Ağustos gecesidir:
Çeşmenin huzur veren şırıltısı,
Ağustos böceklerinin dinmek bilmez yaygarası,
Ve aşağılardan gelen kurbağa teranesi.

Enselerini yalıyan dağ esintisi;
Ve kavak yapraklarının şen şıkırtısı...
Huşu veren gökyüzü,
Uzansan yakalayabilecekmişsin gibi yakın yıldızlar.

Başını gökyüzünde çeviren baba, dayanamaz söz açar:
- Şu kudrete bak! Sebepsiz yaratılmış tek bir şey var mı kâinatta?

Oğul, kavunu doğrarken karşılık verir:
- Haklısınız Efendim! Şu nimete bakın... elbette bir çok sebebi var.

Baba, başı yine gök yüzünde:
- Şu ihtişama bak... şu ahenge bak!

Oğul, kadehleri buz gibi rakı ile doldururken:
- Haklısınız Efendim! Şu ahenge bakın; peynir, kavun ve a’râk...

Verilmiş sözlerin hatırına, başlarlar demlenmeye...

Bir, iki, üç derken, baba ile oğul arasında o güne kadar görülmemiş bir diyaloğ başlar; felsefe ve hukuk üzerine başlayan sohbet, tarih, siyaset derken, sevgi ve aşk... üzerine derinleşen bir muhabbete dönüşür. Baba-oğul, hiç bu kadar yakın olmamışlardır.

Şafak sökmeye yakın oğul babasını, baba oğlunu koltuklayıp eve doğru yola koyulurlar.

Aradan günler geçer... Oğul artık içmemektedir; mevsim ise Güz’e dönmüştür.

Bir akşam yemeğinde baba:
“<ı>İnsan dediğin, kavun misâli... Her fani gibi kavunların da mevsimi geçmek üzere...” Der.

Ertesi gün akşam yemeğinden sonra, kavun ile peynir gelir sofraya; kadı efendi:

- Vah-vah! Kavun da gariiip, peynir de...

Der.
Oğlu fırsatı kaçırmaz:

- Uygun görürseniz, mehtapta bir kavun yiyelim Efendim; mevsimi geçmeden.

Der.
Sonraki akşam üstü aynı su başına, aynı donanımla yine giderler; başlarlar demlenmeye.

Bir, iki, üç... derken kadı efendi cuşâ gelir:

Zehir olurdu kavun ilaç yerine, peynir olmasaydı
Düşman olurdu peynir canlar evine, kavun olmasaydı
Kavururdu a’râk canı, peynir ile kavun olmasaydı.


Deyince, baba-oğul kahkahayı koyverirler.

O günden sonra, her kavun mevsimi o şehirde, dağdan esen rüzgârın kimi kahkaha seslerini taaa şehre kadar getirdiği rivayet edilir.


Bekir Ali

 
Toplam blog
: 141
: 926
Kayıt tarihi
: 30.04.07
 
 

Türk san'at müziği dinlemeyi, okumayı, yazmayı ve paylaşmayı seviyorum. Kamudan emekli inşaat mühend..