Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Eylül '09

 
Kategori
İnançlar
 

İhlas süresi, Tebbet süresi, nüzul sebepleri ve günümüz "Ebu Leheb"leri...

İhlas süresi, Tebbet süresi, nüzul sebepleri ve günümüz "Ebu Leheb"leri...
 

İslamiyet bir tevhit dinidir. Bunu, insanüstü bir anlatımla ve içerikle İhlas süresinde görmekteyiz. Esasen Allah (cc) Kur'an'da "Her kavme bir peygamber gönderdik" diye buyurmasından diğer dinlerin de özünde tevhit dini olduklarını, zamanla tahrif edildiklerini anlamaktayız.

İhlas süresinin önemine dikkat çekmek için Peygamberimiz bir hadislerinde "Her kim kulhuvallah süresini okursa Kur'an'ın üçte birini okumuş gibi olur" buyurmuşlardır.

İhlas süresinin nuzül sebeplerine baktığımızda; tarih boyunca çok tanrılı değişik dinlere rastlamaktayız. Görevleri ve özellikleri farklı olan ve birbirleriyle baba-oğul gibi akrabalık bağları da olabilen ve heykellerle tasvir edilen Eski Roma ve Eski Yunan dinlerinden, tabiat kuvvetlerini, Güneş'i, Ay'ı, yıldızları tanrı olarak kabul eden dinlere kadar, tevhit inancından uzak bir sürü dinler var olmuştur.

İslamiyetin doğduğu sırada da Arabıstan'da Yahudiler, Hristiyanlar ve Putperestler yaşamaktaydı. Yahudiler Üzeyr'i, Hristiyanlar İsa'yı Allah'ın oğlu olarak kabul ediyorlar, Putperestlerse, her birinin başka bir adı olan sayısız putlara tapıyorlardı.

İhlas süresinin, bu sapık inançları reddetmek sebebi dışında, bir de özel sebebi olduğu söylenmektedir. Buna göre Mekke Müşrikleri Hz. Muhammed'e Amir ibn-i Tüfeyl'i elçi olarak göndermişlerdir. Amir Hz Muhammed'e: Sen bizim asamızı yardın yani bizleri tefrikaya düşürdün ve tanrılarımıza sövdün, babalarımızın dinine karşı çıktın, eğer sen fakir isen seni zengin kılalım, mecnun isen tedavi ettirelim, bir kadına düşkünsen onu alalım, demiştir. Hz Muhammed de bunları reddederek: Ben Allah'ın Resuluyum, sizi putlara tapmaktan kurtararak Allah'a ibadete davet ediyorum, cevabını vermiştir. Bunun üzerine Amir tekrar gelerek: Sen kendi mabudunun cinsini bize beyan et; o altından mıdır, yoksa gümüşten midir, diye sormuştur. İşte bunun üzerine İhlas süresi nazil olmuştur:

De ki: O Allah birdir.
Allah bütün yaratılmışların kendisine yöneleceği ve sığınacağı eşsiz bir varlıktır.
O dogurmadı ve doğurulmamıştır.
Ve ona hiçbir şey denk olmamıştır.

Allah'ın birliğini, yüksek vasıflarını en mükemmel ve halisane bir şekilde bildirdiği için bu süreye İhlas süresi adı verilmiştir.

İhlas süresi, döneminin sapık inanışlarını temelden reddettiği ve onları hükümsüz kıldığı için o dönemde bu süreye karşı çıkanlar olduğu gibi tarih boyunca da karşı çıkanlar olmuştur ve olacaktır da...

İhlas süresinde anlamını bulan tevhit inancına ve bu inancı tebliğ eden Hz Peygambere karşı çıkanların akibeti Tebbet süresinde anlatılmıştır.

Tebbet süresiyle İhlas süresi arasında bu şekilde derin bir münasebet olduğu için Kur'an'da Tebbet süresinden hemen sonra İhlas süresi gelmektedir.

Tebbet süresinde bir simge isim olarak Ebu Leheb'in başına gelenler anlatılmaktadır.

Tebbet süresinin nüzül sebebi hakkında Sahih-i Buhari'de ve tefsirlerde şöyle deniliyor: "En yakın aşiretini korkut" mealindeki ayet-i kerime nazil olunca Resul-i Ekrem Safa tepesine çıkmış ve Kureyş kabilesini çağırmış, onlar da gelip toplanmışlar, Ebu Leheb de gelmiş idi. Hz. Peygamber buyurdu ki: Size bir düşmanın sabahleyin ya da akşamleyin gelip hücum edeceğini haber versem, beni tastik eder misiniz? Onlar da dediler ki: Evet, tastik ederiz. Çünkü hepsi de Resul-i Ekrem'in "Muhammed-ül Emin" olduğunu bilip itiraf ederlerdi. Onların arasında yüksek bir ahlak ile yetişmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki: Ben sizi ilerideki bir azaptan dolayı korkutucuyum. Yani öyle bir azaba uğramamak için İslam dinini kabul ediniz. Bu ihtarı dinleyen Ebu Leheb hemen inkara başladı: "Tebbenlek" (Vay sana!), sen bizleri bunun için mi davet ettin, dedi. Hz. Muhammed'e hakaret ederek oradan ayrıldı. İşte bu hadise üzerine Tebbet süresi nazil olmuştur:

Ebu Leheb'in iki eli helak oldu, kendisi de hüsrana uğradı.
Ona ne malı bir zenginlik verdi ve ne de kazandığı şey.
Bir alevli ateşe girecektir.
Odun yüklenmiş karısı da. (Odun yüklenme ifadesi fitne çıkaran insanlar için kullanılan bir deyimdir)
Boynunda bükülmüş bir ip olduğu halde -ateşe atılacaklardır-

Bu sürenin bir ve ikinci ayetlerinde dili geçmiş zaman ekleri kullanılmıştır. Allah-u teala mutlak ilmiyle Ebu Leheb'in başına gelecekleri kablel vuku, yani olmadan önce olmuş gibi bildiriyor. Ebu Leheb ve karısı İslam'a karşı çıkmanın, engellemenin dışında Peygamberimize başkaca birçok eza ve cefa yapmışlardır. Nitekim Ebu Leheb, Tebbet süresinde bildirildiği gibi; Bedir savaşından yedi gün sonra bir küçük sivilceyle başlayan kötü bir hastalığa yakalanmış, geçici olduğu ve bütün vücudu da koktuğu için çoluk çocuğu bile yanına yaklaşamamış ve feci bir şekilde ölmüştür. Üç gün sonra defnedilebilmiştir. Yani Tebbet süresinde bildirildiği gibi; çoluk çocuğu ve zenginliği ona bir fayda getirmemiş, hüsranla helak olup gitmiştir.

Ebu Leheb Peygamberimizin amcasıydı. Öksüz yeğeninin peygamberlik gibi yüce bir makama layık görülmesi sebebiyle gururlanması ve ona destek olması gerekirdi. Bu olmadı, hiç değilse sesini çıkarmaması ve ona hakaret etmemesi gerekirdi. Onun amca sıfatıyla bu tutumunun psikolojik ve sosyolojik etkileri diğer insanlara göre mutlaka farklı olmuş ve peygamberimizi de daha derinden incitmiştir.

Muhtemelen bu nedenle olacaktır ki; Ebu Leheb'den başka o dönem müşriklerinden hiçbirinin adı Kur'an'da geçmemektedir. Sadece Ebu Leheb. Ve Ebu Leheb adı İslam dininin yakınından, içinden çıkan ve ona düşmanlık eden bir simge isim olarak kalmıştır...

İnananlarla inanmayanlar olduğu sürece Ebu lehebler de hep var olacaklardır.

Amcası olması sebebiyle Ebu Leheb Hz. Muhammed'i fazladan ne kadar üzmüşse, incitmişse, bir İslam ülkesinde, İslam'ı inkar edenler, İslam'la alay edenler ve İslam'a hakaret edenler de bizleri o derece üzmekte ve incitmektedir.

En son MB'da bir yazarın İhlas süresindeki Samet kelimesinden (bütün kainatın ona muhtaç olduğu eşsiz varlık) yola çıkarak, buna inanmanın kul olmayı gerektirdiğini ve kul olmanın da birey olmayı engellediğini ve bir sürü olumsuz sonuçlara yol açtığını yazdı!

"Ne alaka" dercesine Doğu'daki töre olaylarının, sendikasız işçilerin, toplu sözleşme hakkı olmayan memurların, talep patlaması yapan hayat kadınlığının sorumluluğunu gitti İhlas süresine yükledi!

Yazdıkları arasında hiçbir mantıksal izdüşüm, hiçbir illiyet rabıtası bulunmamaktadır. Hakaret kastı o kadar açık ki... Gelen yorumlara verilen cevaplar da bu kastı doğrulamaktadır.

Şaşkınlık içerisinde okudum. Yazının hiçbir tutulacak tarafı yok, neresinden tutup, nasıl cevap vereceğimi, inanın bilemedim...

"Eğer bir varlığa muhtaçsanız birey değilsiniz" diyor...

İslam inancına göre her şeyi yaratan bir "külli" irade vardır ama bunun yanında her insanın sahip olduğu bir "cüz'i" irade de vardır. Öyle olmasaydı eğer insanlara sorumluluklar yüklenmezdi, emir ve yasaklar konmazdı, günah ve sevap, cennet ve cehennem olmazdı. Nasıl olsa her şeyi Allah yaratıyor o halde tek sorumlu da Allah'tır, denirdi...

Demek ki, cüz'i iradeyi insan yönetiyor, yani İslam'a göre insan, Allah'a kulluğun yanında aynı zamanda bireydir.

İnsanlığın o ilkel döneminde İslamiyet "Meşveret" kurumunu yani ortaya çıkan olaylar ve yeni durumlar hakkında insanların görüşlerini almayı ve öylece karar oluşturmayı getirmiştir. Buna Peygamberimiz de dahildir. Yine Peygamberimizden sonra dört halife seçimle tayin edilmişlerdir. Bütün bunlar bireysellik değil midir?

Töre ve devlet uygulamalarının kudret sahibi bir Allah'a inanmayla ne ilgisi olabilir?

Allah'ın zinayı yasakladığını düşünecek olursak, hayat kadınlığındaki talep patlaması bir kulluk mudur yoksa bir bireysellik midir?

Arkadaşa şu soruyu sormak istiyorum:

Dinin yasaklandığı Sövyetler Birliğinde, milliyetçiliği öne çıkaran Hitler'in Almanya'sında, Mussolini'nin İtalya'sında ya da Atatürk dönemi de dahil, 1950'ye kadar Türkiye'de yaşamış insanlar çok mu bireydiler?

Hala, istediğiniz partiyi iktidara getirmediler diye, özgür iradeleriyle oy kullanan yani birey olmaya çalışan insanlara olmadık hakaretler yapıyorsunuz!

Müesses nizamı israrla savunmakla, aslında sizler kulluğu savunup, kapı kulları istemiyor musunuz?

Yazar yazısının sonunda bireyselliğin adresi olarak Atatürk'ün "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir" sözüne ve "Kardelenler"e atıfta bulunmuş...

Peki, Atatürk ilim demiş de asırlar öncesinden Hz. Muhammed ne demiş: İlim Çin'de de olsa gidip alın, demiş.

Kur'an, sayısız ayetlerde "düşünmez misiniz, akıl etmez misiniz?" uyarılarına ilaveten bir ayette "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" demiş...

Ve yine Hz. Ali, bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum, demiş...

Bu sözler sonucudur ki, Avrupa Ortaçağ karanlığını yaşarken, gerçek İslam'ın uygulandığı o dönemde, büyük bir İslam medeniyeti doğmuş ve bugünkü fen ilimlerinin temeli atılmıştır...

Bir Farabi, bir Biruni, bir İbn-i Rüşt, bir İbn-i Sina ve daha niceleri, yüce bir Allah'a kul olmanın dünya işlerinde birey olmaya engel olmadığının en açık göstergeleridir.

Arkadaş bu yazdıklarıyla kendisini Galileo'ya benzetmiş ve yalancı pehlivanlığa soyunmuş...

Galileo dünyanın döndüğünü söylediği için "Afaroz" edilmişti. Siz ne söylüyorsunuz ki!

Yoksa tevhit inancına karşı çıkarak, Gök Tengri'li, Yer Tengri'li ya da çoluk çocuklu "geniş aile" tanrıları olan bir dini mi savunuyorsunuz?

Çok merak ediyorum; mübarek Ramazan ayında, müslüman bir ülkede, inanan insanların inançlarini aşağılayıp sonra da o insanlara "Hayırlı Ramazanlar" demek nasıl bir duygudur acaba!


Kaynak: Ömer Nasuhi bilmen'in Kur'anı Kerim'in Türkçe Mealisi ve Tefsiri, Cilt: 8
 
Toplam blog
: 337
: 4184
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Hukukçuyum... Hukukun üstünlüğünün ve hukukçunun saygınlığının ülkemde gelişmesini ve kalıcı olma..