Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

14 Temmuz '09

 
Kategori
Deneme
 

İki elin verdiği can... 1

İki elin verdiği can... 1
 

Park etmeden önce evin lambasının yanıp yanmadığına baktım. Yanıyordu. On beş metre kadar yükseklikteki bir yarın ucuna konmuş evden sarı bir ışık yansıyordu dışarıya.

Arabayı park edip dışarıya adım attığım an, sanki ilk kez farkına varıyor gibi akşamın serinliğiyle ürperdi bedenim. Oysa Nisan ayındaydık. Yaz biteli nerdeyse bir buçuk ay olmuştu.

Işık, koala adımlarının sessizliğinde, kabukları dilim dilim soyulmuş okaliptüs ağacının gövdesinde oynaştı kendince. Narin ve gevrek dalları, rüzgârın dokunuşlarıyla ritmik bir titreme nöbetine tutuldu. Bana huzur veren uğultulara bakılırsa ağacın keyfi yerindeydi. Dalların, ‘Laf ederler’ endişesi duymayan mahalle dilberinin iri kalçalı kıkırdamaları misali sallanışlarından da belliydi bu.

Bazı yerlerde çivileri atmış, insana kırılıp aşağı yuvarlanacakmış hissi veren kırmızı tahta merdivenleri temkinli adımlarla çıktım. Sonra, arada bir birkaç basamakla kod farkı alınmaya çalışılmış dar ve küçük beton yolu yürümeye başladım.

Parmaklarımla, beton yolun yanı sıra dikilmiş madenci heykellerinin serin yüzlerine dokunuyordum yürürken. İçime hüzünlü bir acı çöreklendi. ‘Hikâyelerini biliyorum ya, ondan olmalı, ’ diye düşündüm. Durup, ayın ışığında sezebildiğim kadarıyla heykellerin yorgun ve kederli yüzlerine baktım bir süre. Yaşarlarken, Hazine-i Hassa’nın münavebeli çalışan kadersiz katırlarından başka bir sıfatlarının olmamasını düşündüğümde, acı biraz daha ağırlaştı içimde.

‘Hangisi Kör Cemal acaba? Hangisi Hurşit, Recep, Topbasan Şükrü, Harun? Ya Bayram hangisi?’ Yüzlerine ancak çok dikkatli baktığımda görülebildiğim iğne başı kadar bir rahatlıktan, onların da nihayet çulu sonsuz çalışmamanın sofrasına serdiklerini anladım. İçimdeki acı biraz hafifledi. Cebeli Bey, ne kadar çok, çalışmanın hayatı yok ettiğini söylemişti onlara. Lakin zaptiye, hodola, dayak, yevmiye korkusu onların o sözlere kulak vermesine engel olmuştu hep. Çaresizce ömürlerini, çıkardıkları her parça kömüre karşılık Üzülmez Vadisinin altındaki maden höyüklerine gömmeye razı olmuşlardı. Maden idaresiyle öyle bir takasa oturmuşlardı ki toprağın aklı bile ermemişti o işe.

‘Toprağın bağrından koparacağınız her bir kömür parçası için etinizden, kanınızdan bir parça da toprağa bırakacaksınız.’

Bedenlerinin nasiplenemediği huzuru, ruhlarına yedirir gibi sessizce boşluğa bakıyordu madenkeşler. Okaliptüs ağaçlarının çevrelediği bahçede eminim hala ‘Neden şu huzuru Elvan köyünün Zonguldak mahallesinde yaşayamadık biz?’ diye soruyorlardı kendilerine.

Tırnak ucu kadar bir huzuru tatmak için yemedikleri dayak, yaşamadıkları korku, çekmedikleri acı kalmamıştı hayatlarında. Onlara o acıları reva gören Cabbar gibilerden uzakta, kalplerine sinen kimsesiz hüznün, çökmekte olan serin sise karıştığını hissettim. Yeniden bir ürperdi sardı bedenimi. Yüzlerindeki çizgilere yazılanları okumaya çalıştım ‘Geç gelen adalet, adalet değildir.’

‘Peki, geç gelen huzur nedir acaba?’ dedim, burnunun üzerine kuş pislemiş madencinin önünde. Gecenin koynuna simsiyah bir acıyla bakan feri sönmüş gözlerinden, geç gelen huzurun da istenilen huzur olamayacağına karar verdim, kuş pisliğini elimle söküp atarken.

Yaklaşık on basamaklı son bir merdiven daha vardı önümde. Çıkmadan önce dönüp ardımdaki küçük boylu heykellere baktım.

‘Bunlarda çocuk madenkeşler olmalı. Acaba küçük Hurşit hangisi?’

Aklıma geldi ‘Ya Kumru? Hurşit’e can veren, Kumru’ya da bir hayat üflemiş midir acaba? Ya güzelliği dillere destan, her gören erkeğin yüreğini hoplatan Zehra?’

‘Bayram buralardaysa, Zehra’nın ruhunun sığacağı kadar bir taş beden de ona bağışlamıştır, ’ dedim, umutla.

‘Kumru da, Zehra da şu madenkeşlerin ruhlarının huzura erdiği bahçede olmalılar. Kötülerin elinde dağılan sevdalarının hürmetine okaliptüs ağaçlarının gölgesinde olmak, yaşadıklarını bir nebze olsun azaltır, ’ dedim. Nedense Zehra’yı bahçenin karanlık bir köşesine sığınmış, sessizce vücuduna kusulan kurşunları temizlerken düşündüm. Aniden akşamın karanlığına düşen iki geveze Kukubara’nın gülüşünü, beni onayladıklarına yorumladım.

Kapıyı tıklattım. Tahta zemine düşürdüğü adımların sesi ulaştı önce. Kapı açılır açılmaz ne diyeceğini çok iyi biliyordum. Kelimesi kelimesine içimden geçirdim de.

 
Toplam blog
: 6
: 1029
Kayıt tarihi
: 21.02.09
 
 

1962 Erzurum Hınıs doğumluyum. 1985 yılında E.Ü. Ziraat Fakültesinden mezun oldum. Çeşitli gıda firm..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara