Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Kasım '12

 
Kategori
Psikoloji
 

İki kanser, dört hikaye..

Her şeyden önce hayatı boyunca çok kazanmış biri olduğumu bilmelisiniz, yani bir sürü yenilgisi olmuş ve gerçekten insan sabrını zorlayan eziyetler çekmiş bir kardeşinizim. Hayatın anlamını öğrendiğimi düşünüyorum ki; bundan büyük bir kazanç sanırım olamaz.

Yenile yenile, kaybede kaybede hayatın böyle olduğunu öğrendim. Savaşmayı, teslim olmamayı, sıfırdan başlayabilmeyi hem de defalarca. Hayatta en iyi yaptığın şey nedir diye sorsalar, sanırım cevabım “sıfırdan başlamak” olur. Mesela by-pass dahil dokuz ameliyat oldum bu yaşıma kadar, sayemde cerrahlar tecrübe kazandılar, tıp bilimine acayip katkı yaptım.

22 senedir kanser savaşçısıyım ki; malum çevrelerde lakabım “üstattır”

“Hay olmaz olsun böyle üstatlık” demedim.

Size delice gelebilir ama hayatın tadı tüm yaşadıklarımla daha güzel geldi bana yani ben kanserimden de çok memnunum, o da benden memnun ki hiç gitmiyor, arada sırada ben buradayım deyiveriyor.

Kimileri, hem kansere yakalanıp, defalarca nüks ve metastaz yaşayıp hem de 22 yıldır hala hayatta kalabildiğim için “ ne kadar da şanslı” olduğumu söylüyorlar. Doğru mudur bilemem.

Kansere hiç yakalanmamak daha büyük bir şans olmaz mıydı?

Benim yaptığım ise sadece bu olumsuzluktan bir başarı öyküsü çıkarabilmek ve onunla da mutlu olmayı öğrenmekti sadece.

Küçük şeylerin kıymetini daha bir iyi anladım onun sayesinde. Önceleri beni ıslatan yağmur kanserden sonra hiç ıslatmadı, kanserden önce her gün gördüğüm güneş sadece dev bir nükleer reaktör değilmiş meğerse doğuşu ve batışı bir başka şeymiş. Havyar da neymiş simidin yanında, kuyruksallayan bir köpek, mırıldayan bir kedi, penceremin kenarında ekmek bekleyen güvercin ne destansı olaylarmış. Ancak ve sadece damla damla biriken koca bir mutluluk deniziymiş hayat, doğruca ve çarçabuk hazır bir mutluluk okyanus aramak ne büyük bir gafletmiş.

Hiç bir şeye şaşırmamayı, güvenilen dağların çoğu zaman acayip karlı olduğunu, güvensiz sanılan dağlarda ise enfes çiçekler yeşerdiğini ben onunla savaşırken öğrendim. Mükellef sofraların, şatafatın, marka giysilerin, pahalı arabaların filan mutluluk olmadığını, mutluluğun sadece ve sadece sevgiden geçtiğini öğrendim. İnsanların bir hedefi olması gerektiğini, o hedefler için savaşılması gerektiğini, cesur olmayı, direnmeyi, boyun bükmemeyi ben onunla dövüşürken öğrendim. Almanın değil vermenin insanı daha mutlu ettiğini, sorumluluğu, yardımseverliği bana o aşıladı.

Hayal kurmayı, bir hayali hayata geçirmeyi, hayata geçmese de o uğurda çabalamayı.

Söz verdin mi ne pahasına olursa olsun sözünü tutmak gerektiğini. Bu da yetmez gerektiğinde vermen gereken sözleri verebilmenin de çok önemli olduğunu.

Vatanı hep sevmiştim zaten, daha bir sevmeyi kanserden sonra öğrendim ben.

Hani kim varsa “alçak"  denecek karakterde. Gücü, makamı ne olursa olsun ona kafa tutmayı da bana kanser öğretti. Sonuçta bana kim ne yapabilirdi ki, hayat zaten yapacağını yapmıştı.  

Hayatın rastlantısal ve kaosa açık olduğunu. “Niye ben?” diye sormanın anlamsız olduğunu.

Kayıpların her an başa gelebileceğini, kaybedilenlerin yürekte müstesna bir yerde saklanıp önümüze bakmak ve yaşamaya devam etmek zorunda olduğumuzu ve eski sevgilere saygı duyarak yeni sevdalara da kucak açabilmeyi ben onunla hem kendim hem de sevdiklerim için savaşırken bir hasta yakını olarak öğrendim.

“Unutmadan unutabilmek” gibi bir kavramın olabileceğini gördüm.

Gözyaşının her zaman acizlik demek olmadığını bazen moral veren en kıymetli şey olduğunu, geceleri el ayak çekilince kimseleri uyandırmadan balkona kaçıp, güçlü adam maskesini de masanın üstüne koyup karanlıkla baş başa kalıp bir yandan yıldızlara sövüp bir yandan da mehtaba parmak sallayarak ağlamanın zevkini ben bu hastalıkla savaşırken öğrendim. Hayata bileniyor insan, ertesi sabaha zımba gibi oluyor.

Hayat “bilmemekti” biraz. Bilmemek çoğu zaman daha mutlu kılıyordu insanı.

Mesela sevdiğinizden 40 gün sonra ayrılacağınızı bilseniz o andan itibaren ne kadar mutlu olabilirsiniz ki. Oysa başa gelecekleri bilmeyince kırkıncı güne kadar keyif kekâ yaşamak mümkün olabiliyor.

İşte burada biraz açmazım vardı aslında. Hani öngörüleri doğru çıkınca bazı insanlar derler ya;

"Ulan ben bir öleceğim günü bilmiyorum" diye.

Heh işte ben artık onu da biliyordum.

Hesaba göre 1991 yılının mayıs ayı ortalarında henüz bahar çiçekleri solmadan benim gözümün ışığı solacaktı. Bu bilgi ilk başlarda çok yıkıcıydı. Teşhisten sonra, en fazla 6 ay demişlerdi doktorlar, ille ben söyletmiştim akıbetimin nasıl olacağını, zaten o verdikleri sürede sanırım biraz abartılıydı çok şok olmayayım diye olası yaşam süremi zamlı söylemişlerdi. İlk üç ay bittiğinde geçirdiğim iki de çok ağır ameliyattan sonra 33 kiloya düşmüş hani şu Afrikalı açlara dönmüştüm, yanaklarımın dışından dişlerim sayılıyordu. Kol ve bacak kemiklerimin üzerinde sanki sadece deri kalmıştı. Leğen kemiğine neden “leğen” dendiğini o zaman kendi gözümle görünce idrak ettim harbiden de bir leğenim vardı.

Doktorlar “alın eve götürün” deyiverdiler. Bu “yapacak bir şeyimiz kalmadı evinde ölsün” demekti. Ve evdeki o ilk gece…

Evet bundan sonrası hikayelerimiz olsun. Ama önce biraz geriye gidelim.

Bu olaydan 2 yıl önce 1988 yılının 25 Eylülünde henüz 28 yaşında olan eşimi kanserden kaybetmiştim. 3,5 yaşındaki oğlumuz Kaan’la kalmıştık hayatta, sayfamda küçüklük resimleri ve şimdiki hali var fotoğraflarda, o şimdi yakışıklı bir Orman Mühendisi.

Eşim de benim gibi bir Biyolog tu. Üniversite de tanışmış, mezun olur olmaz evlenmiştik.

Evliliğimizin 4. yılında oğlumuz 3 yaşındayken kansere yakalanmıştı. “Chorio epitelioma” teşhisi kondu kendisine, bu bir rahim kanseri türüydü, ama bu türün genç yaşta çok hızlı seyrettiğini ve bu kanser türünde teşhis konduğunda zaten iş işten geçmiş olduğunu öğrendik.

Üç ay sonra kemoterapi görmesine rağmen hastalık ilerledi. Beynine yayılmıştı. Artık sağ tarafı tutmuyor, sağ gözü görmüyor ve konuşamıyordu, hemen kendi aramızda bir dil geliştirdik.

“Göz kapağı dili”

Göz kırparak anlaşıyorduk. Bir defa kırparsa evet, iki defa kırparsa hayır demekti.

Bir iki hafta içinde kelime dağarcığımız genişledi, göz kapaklarına da ihtiyaç kalmamıştı.

Su mu istiyor, kolonya mı, ayağı mı ovalanacak, ağrısı mı var, her şey sadece gözlerle.

Meğer gözler sahiden konuşurmuş, o zaman öğrendim hiç unutmadım.

Halâ insanları gözünden tanırım, dilleri yemin billah başka şey dese de, gözlerinden enselerim.  

Beyin metastazının üzerinden 3 ay daha geçtiğinde onu kaybettik. O toplam altı aylık süre sanki 60 yıl gibiydi, geride unutulmaz anılar bıraktı. Onun ölümünden sonraki ilk bayramda ona şiir yazdım. “Olsaydın” şiirim onun için, 18 yıl kendime saklayıp 4 yıl önce Facebook ta yayınladım sonra Erdoğan Egemenoğlu üstadımız o şiire ses ve hayat verdi. Kendisine  bir kez daha gönülden teşekkür ederim.

O altı aylık sürede yüzlerce hem çok üzücü hem de çok kıymetli anılar birikti gönül heybesinde, bunların birkaç tanesini sizlerle paylaşmak istiyorum.

PERUK…

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Onkoloji servisinde yatıyordu. Geceleri yanında ben kalıyordum, sabah kayınvalidem geliyor ben işe gidiyor, akşam yine hastaneye geliyordum, hiç uyumadan gece onun yatağının yanında sandalyede otururken başımı yatağa biraz koyup beş on dakika kestirebilirsem bana yetiyordu.

Bir akşam yine iş çıkışı hastaneye geldim. Oda kapısından içeri bakıldığında sadece yatağının ayakucu görünüyordu, yatağın baş kısmı odanın banyo duvarının arkasında kaldığı için görünmüyordu, yatağının ayakucunda bir hemşire dikilmiş ona bakıyordu. Beni görünce “içeri girmeyin” anlamında eli ile işaret etti. Kapıda durdum bekledim bir müdahale yapılıyor zannetmiştim. Sonra hemşire ona bakarken yüzü allak bullak olmaya başladı, derken dudakları büzüldü ve ağlayarak odadan çıkıp (kaçıp) gitti. Bir şey oldu diye telaşla içeri girdim.

Gördüğüm manzaraya gülsem mi ağlasam mı ne tepki versem bilemedim, dondum kaldım.

Meğer ben geleceğim diye süslenmek bana güzel görünmek istemiş. Bir eli tutmadığı için de tek elle acele ile ruj sürerken dudaklarından taşırmış burnunun ucunu bile boyamıştı. Sadece göz kapakları değil alnı bile farla boyanmıştı ve kemoterapi sebebi ile saçları daha birinci ayda döküldüğü için kafası dazlaktı, ona bir peruk almıştık, işte tek elle peruğunu takmaya çalışmış ama becerememişti, peruk kafasında turist Ömer’in şapkası gibi duruyordu.

“Bu lazım değil peruksuz daha güzelsin” diyerek peruğu aldım ve kafamın üzerinde striptizci edası ile bir iki tur çevirip odanın köşesindeki çöp kovasına fırlatıp attım ve birlikte güldük.

Eğildim alnından öptüm o sırada yastığın altına sokuşturduğu ruj’u elime geldi, neden bilmem ruju aldım ve “durumu eşitleyelim” diyerek, ben de kendime sürdüm, bıyıklarıma burnuma her tarafıma ruj sürüp maskara gibi oldum birlikte epeyce gülüştük. Karnını zıplata zıplata kahkahalarla güldü, gözleri bir başka gülmüştü. Gülüşmemizi duyan hemşireler oda kapısına gelip halimi görünce onlarda epeyce gülüştüler, sonra gülmemiz geçince eğildim ve ben bir sigara içip geleyim diye izin istedim.

Aslında sigara içmeye gitmediğimi ağlamaya gittiğimi bal gibi de biliyordu.

Çünkü geri döndüğümde o da ağlıyordu, birlikte biraz daha ağladık.

BATTANİYE…

Onun ölümünden önce de “alın eve götürün” denmişti, hastaneden eve gelmiştik. Zaten 3 gün sonra hayatını kaybedecekti. 22 Eylül gecesiydi sıcak bir eylül ayıydı. Arka oda da bunaldığı için salona tek kişilik bir yatak kurmuştuk, orada yatıyordu, 3,5 yaşına gelen oğlumuz Kaan açık olan pencerenin dibinde ikili koltuk üzerinde uyuyordu, üzerini bir battaniye ile örtmüştüm. Konuşamadığı için bir şey isterse ancak bana dokunarak beni uyandırabildiği için bende eşimin yatağının hemen dibinde halının üstüne uzanmıştım, Ayların verdiği uykusuzluk ve yorgunlukla çok derin uyumuşum. Bir an boğuk bir feryat duyup uyandım. O’na bir şey oldu sandım, hıçkırarak ağlıyordu, beni uyandırmak için bana uzanmaya çalışmış yatakta dönemeyince bana uzanamamış ve çaresizlikten ağlamaya başlamıştı, ben uyanınca sağlam olan eli ile çocuğun olduğu tarafı göstermeye başladı, önce anlamadım. Sonra anladım ki açık pencere önünde yatan oğlumuzun üstü açılınca onun üstünü örtmem için beni uyandırmaya çalışmıştı.

Müthiş bir andı, bir biyolog olarak sadece birkaç gün ömrü kaldığını bilen bir insanın kendi hayatı için değil, gece üstü açılan yavrusu için gözyaşı dökmesi adeta anneliğin altın harflerle yazılası tarifi gibiydi.

24 yıl oldu hala kışın bile üstü açık yatarım, o çaresizliği hissetmek ve o yüce duyguyu kutsamak için.

Ve yazın bile çocuklarımın üstünü tıka basa örterim, sakın ola ki üşümesinler diye.

SENET

Kanser pahalı hastalık, hele 1980 ler de daha pahalı hastalıktı. Çünkü teşhis, tedavi ve kontrol merkezlerinin sayısı hem daha azdı hem de sosyal güvenlik sistemi kapsamı daha dardı. Birçok aşama da cebinizden büyük masraflar yapmanız gerekiyordu.

Altı aylık yaşam mücadelesi sırasında sigorta kapsamında olmasına rağmen başka kaynaklar bulmak gerekmişti, yaklaşık bir yıllık maaşımı iş yerinden peşin peşin avansa olarak almış ve kullanmıştım, bu kadarı bile büyük nimetti, ama daha fazla vermiyorlardı. Eş dost, akraba, arkadaş, desteği de artık kesilmişti. Öyle günler oluyordu ki; Mesela acil tomografi istiyorlar, hastane de aşırı hasta yığılması sebebi ile en acil bir haftadan daha uzun sürelere ancak gün verilebiliyordu, mecburen bir ambulansa koyup dışarıda özel bir merkezde çektirmek gerekiyordu. Yalvar yakar bir arkadaştan az da olsa borç para alıp, o parayı peşinat yapıp beyaz eşya mağazalarından buzdolabı alıyordum taksitle, hemen alır almaz yarı fiyatına spotçu dükkânlara peşin paraya satıp, o parayla gidip hemen tomografisini çektiriyordum. Onu kaybettikten sonra, peşin maaş çektiğim için iki yıl yarı maaşa çalışıp yıllarca o aldığım eşyaların taksitlerini ödemiştim.

Kanser teşhisi konmadan iki ay önce 12 ay taksitle ve senetle bir mobilya almıştık, 2 aylık senetler gününde ödenmişti, ama kansere yakalanıp tüm imkânlarımızı hastane için kullanmaya başlayınca mobilya senedinin 3. taksitini ödeyememiştim.

Beş parasız mobilya mağazasına gittim, sahibi yaşlı bir adamdı, durumumu anlattım, eşimin tedavisinden sonra gerekirse faizi ile birlikte ödeyebileceğimi ama şu anda buna imkânım olmadığını, inanmıyorsa hastaneye gelip eşimi görebileceğini söyledim. Yeter ki senetleri bankaya verip kapıma icra getirmemesini rica ettim. Sağ olsun kabul etti.

“Tamam evlat git hastanla ilgilen” dedi.

Eşimi kaybettikten sonra elden borç aldığım bazı kişiler “çok üzgün olduklarını

Ama ölenle ölünmediğini, verdikleri borçları ödememi” istediler. Cenazeden bir gün sonra verdiği parayı geri isteyen bile olmuştu. Hani yazımın başında dedim ya güvenli dağların çoğu acayip karlı olur diye, işte bunu o zaman öğrenmiştim. Ben yaklaşık bir yıl elden aldığım borçları ödemeye çalışmıştım ve nihayet mobilyacıya borcumu ödemeye sıra gelmişti.

Yanıma oğlumu da alıp o yaşlı mobilyacıya gittim, önce beni hatırlayıp hatırlamadığını sordum, hatırlıyordu, eşimi sordu, öldüğünü duyunca üzüldü. Sonra nihayet biraz durumumu düzelttiğimi ve bu günden başlayarak borcumu taksit taksit ödeyeceğimi söyledim.

Elini omzuma koydu ve oğlumu işaret ederek.

“Evlat sen o paraları bu yeğenime harca, ben o gün sen daha dükkândan çıktığın anda o senetleri yırttım attım” dedi.

Hiç ummadığınız dağlarda çok güzel çiçeklerin açabildiğini de işte ben o gün öğrenmiştim.

Ömrüm oldukça tanıyayım ya da tanımayayım birilerinin hiç değilse papatyası olabilirsem ne mutlu bana.

Ve gelelim 33 kiloluk bir bedenle hastaneden eve yollandığım o ilk günün gecesine.

Bu da dördüncü ve son hikâye olsun.

BABA SAKIN….

Aslında üç ay süren ameliyatlar ve tedavi süresi boyunca arada eve geliş tekrar hastaneye yatışlar yaşamıştım ama bu kez eve kalıcı olarak gönderilmiştim, kaçınılmaz son gelip çatmıştı. Üç aylık sürede oğlum Kaan ile birlikte olamamıştık, üzülmesin diye hastaneye getirilmesini de pek istememiştim, altı yaşına gelmişti ve pek çok şeyi anlayabiliyordu. Annesinin ölümünden sonra annesini çok fazla onun yanında konuşmadık, o da çok sormadı yaşadığı o psikolojik incinmeyi atlattığını varsayıyorduk.

Eve gönderildiğim o günün gecesinde benim yanımda yatmak istedi. İki yıl boyunca hep öyle yatmıştık çünkü ve son üç ay bundan mahrum kalmıştı ve anlaşılan beni özlemişti. Her gece ayrı bir masal uydurup, saçlarını okşayarak uyuturdum. Masal dedimse anlamsız masallar değil, mutlaka bilinçaltına bir takım iyi şeyler aktaran çaktırmadan insani erdemleri onun beynine ve kalbine serpiştirdiğim masallardı.

Yanıma yattı ve elbette yine masalını istedi. Masalı anlatırken bile takatimin kesildiğini hissediyordum, saçlarını okşayacak derman ellerimde yoktu.

Gözlerini gözlerimin içine dikmiş hiç kırpmadan bakıyordu, sonra birden ağlamaya başladı.

Ama ne ağlamak, boynuma sıkıca sarılmıştı, küçücük bedeni titreyerek, iç çeke çeke ağlıyordu. Niye ağladığını öpe koklaya defalarca sordum, bir türlü ağlamaktan cevap veremiyordu,

Zar zor boğazı düğüm düğüm “Baba” diyor gerisini getiremiyordu.

Sonunda güçlükle.

“Baba sakın sen de ölme” dedi.

Hayatımda ne o güne kadar ne de ondan sonra bu kadar dramatik bir an yaşamadım ben.

Boğazımda koca bir düğüm, koynumda içime soktuğum oğlumla ağlamaktan öte bir ızdırap ile katılıp kaldım o an. Biz annesini unuttu sanırken meğer onun içinde ne fırtınalar kopuyormuş.

Ben o gece hayata geri döndüm, sanırım o küçük yavrunun bu yakarışı ölüme neredeyse bir iki gün kala benim vücudumda mucizevî bir iyileşmenin, mucizevî bir geri dönüşün fitilini ateşlemişti.

Belki de bütün insanlık tarihi boyunca o en dip noktadan, her şeyin iflas ettiği bir organ ve doku durumundan geri dönebilen yegâne insanımdır. İnsanlık ve kanser tarihine geçmiş olabilirim.

Öğrendim ki; Kanser tek başına tıbbın yenebileceği bir hastalık değil. Daha sonra adım adım, gün gün nasıl toparlandım, neler yaptım da yaşadım bunu da belki daha ileride anlatırım.

Ama şunu bilin ki bu hiç kolay bir savaş değildi. Yıkılışlar ve yeninde yapılışlar her anlamda korkunç süreçlerdi.

Kanser ile ilgili olarak insanlarda amansız bir öğrenilmiş çaresizlik durumu peşinen vardır, “kansere yakalandın mı işin bitti çaresizliği ve teslimiyeti”

Emin olun ki bu kesinlikle yanlıştır, o her şeyden önce bize ait bir şey, bizim lehimize bize hizmet etmek için programlanmış bazı hücrelerin bazen bilinen yüzlerce sebepten dolayı bazen de bilinmeyen sebeplerle bize ihanet etmesi durumudur kanser.

Onu biz yaratıyoruz, neden biz yok etmeyelim?

Hayata pozitif bakan, yapıcı onarıcı ruha sahip, affedici karakterdeki insanların daha başarılı savaştığını gözledim, bu özelliklere hastalığa yakalandıktan sonra sahip olunmuyor, olunsa da işe yaramıyor, hastalığa yakalanmadan önce de zaten o duygu durumunda iseniz savaşta daha bir donanımlı oluyorsunuz.

Aradan geçen 22 yıl boyunca elimden geldiğince, kansere yakalanmış hayata küsmüş, elini eteğini her şeyden çekip ağlaya zırlaya ölümü bekleyen birçok insanla onları ayağa kaldırabilmek için görüştüm. Üşenmedim uzak yerlere başka şehirlere kadar gittim bir kanser iyi niyet elçisi gibi. Onlara sadece hayat hikâyemi ve verdiğim savaşı anlatım. Yeniden sokağa karışan hayata tutunan birçok hasta oldu. Çorbada tuzum olmuşsa ne mutlu bana.

Evet dostlar işte böyle. Hayat her durumda yaşanılası bir şey, nasıl olsa bir gün gidilecek bu diyardan, aceleye gerek yok.

Naçizane tek bir hayat tavsiyem olacak sizlere, Her şeyden vazgeçin, her şeyi kaybedin, bir tek sevgiden vazgeçmeyin, sakın ola ki sevgisiz kalmayın.

Şimdi artık benim gitme zamanım.

Hayat bu, gidip de dönmemek de var

Arsızlık saymazsanız helallik de isterim.

Elveda.

Muzaffer Alper

 
Toplam blog
: 63
: 4513
Kayıt tarihi
: 28.09.07
 
 

Fotoğraf sanatı, çevre ve siyaset, özel uğraşlarımdır. Manifestom'da sadece iki madde vardır, bir..