Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Eylül '15

 
Kategori
Deneme
 

İklimsiz(lik)

İklimsiz(lik)
 

Uzunca bir süredir y azamıyordu adam... Yaşlılığın gençliği demek olan 50'lerin başlarındaydı. Ne yazması! Üşümüyor, terlemiyor hatta gece ile gündüzü de ayırt edemiyordu... Ve uzunca bir süredir kendini oyaladığı meşgaleler bütününü gözden geçirince kendini günümüzde değil de, sanki başka bir dünyada yaşıyormuş gibi hisseder olmuştu. Her yer kan, gözyaşı, kin ve sahillere vuran cansız bebek cesetleriyle ayyuka vuran dev bir vurdumduymazlık içerisindeyken... Her yere sinen "ritüellere tutsak piyasacı dindarlığın" tüm özgürlük ve yaratıcılık alanlarını birer birer sindiren "kutsal ruhu" -durmadan ürettiği kan ve zulümlerle- saklanamaz bir iflasın eşiğindeyken baş tacı konumda kalmaya ısrarla devam ederken...

Öte yanda; dar, küçük ve gündelik çıkarlara, ne pahasına olursa olsun gösteriş ve tüketim hedefine kilitli haldeki insanlar! Kişiliklerin -yere dökülmüş cıva taneleri gibi- parçacıklar halinde yuvarlandığı, etnik kimliğin en önemli aidiyetlerden biri haline getirildiği, iki "tık" ile bir çok şeyin (sanal olarak) halledilebileceğinin sanıldığı insanlar arasında bir çölde olduğu gerçeğini fark etti birdenbire... Çırılçıplak ve iklimsiz... Doğup, büyüdüğü, serpilip geliştiği iklimlere hiç de benzemeyen bir iklim(sizlik) içinde...

 İçinden diyordu ki;


"Dışı çikolatalı sos ile kaplı, kabuğu kırılmamış sert bir cevizdim, eridi işte sonunda sosum, son çöl sıcaklarında, artık kendimi yalnızca kendim kırabilirim. Başkaları değil!

Haklı isyanlarımın hırçın küfürlerini, altın sırma işlemeli, ipeksi örtüler altında güzel ve naif sözlere tercüme eden iyi niyetli ve iyi halli bir çevirmendim. Oysa mevsimler boyu süren güçlü rüzgârlar, fırtınalar altında örtüler uçtu. Artık ortam iklimsiz, artık isyanlarım çırılçıplak ortada...

Masmavi ve dingin bir yaz(ı) denizinde, gündüzleri uzaktan gür salvolar atan, geceleriyse pırıltılı ışıklar saçan bir hayâl gemisiydim ve galiba sonunda yan yatarak batmak üzereyim! S.O.S. vere vere, adına "yeni gerçeklik" denen tatbikatın o zorlu, son manevralarında... Hepsi de şehit olan ideallerim ve sözcüklerim dahil, kimsecikler yok artık yanımda! Kendi enkazıma sadece kendim dalacağım, onları -ne olur ne olmaz diye- bir daha, bir daha aradığımda iklimsiz denizlerin derinliklerinde..."


Sanki,

Dokuz ay on gün bir küvözde yaşamış gibiydi. Yarı hayali ve refah içerisinde gizlenmenin o kendine has özel ve gizemli getirisiyle...Tümünü de sonunda gerçeklik kumarhanesinde geceler boyu  tek bir sözcüğe yatırmış gibi hissediyordu: "(eski ve gerçek) insanlık"... "Ben kazanmalıyım, ben kazanmalıyım, iyi olan benim" diye, diye hepsini birden yitirmişti! Artık ekmeğini ve kendini taştan çıkarmalıydı küreselliğin albenili ama garantisiz, kesikli, kaotik o iklimsiz coğrafyalarında... 


Başını geriye doğru çevirip zihninde hep canlı olan geçmişine bir kez daha baktı: Gördüğü oydu ki; evrende ve dünyada esas olanın "kaos", daimi "düzen" arayışlarının ise geçici olduğu  gerçeğini ıskalayarak barış, özgürlük, dayanışma, huzur dolu, daimi bahar ve yazların hüküm sürdüğü bir iç deniz adasına doğru ömürlük bir yolculuğa niyetlenmişdi. Oysa ki bavulu yarı yolda değiştirilmiş de kışlık giysilerle dolu gibiydi.  Hepsi kalın ve koyu renkli...

Ağır geliyordu artık ona ruhu da bavulu gibi... Alelacele yargılanıp acımasızca kurşuna dizilen, törensizce gömülen ve artık iyice hor görülen bir ruhun önemine atfen ve tesadüfen -yolun çoğunu da kat etmişken- artık iyice yorulmuştu. Menzilini yitirmeksizin yorulan zihnini ve bedenini biraz olsun dinlendirmek, kendini de biraz değiştirmek isteyen bir ur belirdi sanki içimde... Ama hayata dokundukça sürekli acıtıyordu!

Sert bir ceviz kabuğu, bastırılmış haklı isyanlar, bedavaya çalışan, uysal bir çevirmen, kara gövdesi sanal bir beyaza boyanmış, ışıltılı bir hayal gemisi... Hor görülen bir ruh, acemi bir yolcu, acemi bir kumarbaz velhasıl; acemi bir dünyalı! Ve yavaş (ama dürüst ve azimli) bir maratoncu. Küvözün içinde de olsa dik durmak isterken etraftan vuran güçlü ışıklar altında beliren siluetler gibi sanki bunlar... Belki de (in)sanallar! Altında har'lı bir ateşin yandığı bir kazanın içindeki bu siluetler ona, 'eskiye veda' için 'etrafında yamyam dansı yapan çığırtkan yerlilerin işi mi yoksa bu?' dedirtiyordu bazen...

Çok iyi biliyordu,

Aslında zordur, uzunca yaşanılan bir yere, bir işe ve uğraşa ya da bir sevgiliye, yakın bir dosta hele de eski kendine 'elveda!' demek... Süre uzadıkça, durum daha da zorlaşır. Nasıl ki, 'Ayrılıklar da sevdaya dahilse' vedalar da yaşama işte öylesi dahil diyen bir yan belirdi içinde, giderek de başkaldırı halinde.Onu bastırmakta çoğu kez güçlük çekiyordu!

Yoksa ona bu hissi veren
Küreselleşen dünyanın
Az ya da çok
Tüm kentlerinde hüküm süren
Ve insanın
O, paylaşan ve dayanışan özüne
Aykırı düşen
Vefasız, sert, acımasız ve ürküten
Yeni yaşam iklimi mi? Yani iklimsizlik mi?

Sonunda akla gelen
O klasik sorudur,
" Adam mı değişmeli, yoksa dünya mı?"
Ya da her ikisi de birden mi?
Daha insancıl ve ılıman
Bir iklime doğru...

İ.Ersin KABAOĞLU,

28- Eylül-2015, Ankara


Not: Bu konu ile ilintili "Adam ve arabası" başlıklı blog için bkz.:

http://blog.milliyet.com.tr/Adam_ve_arabasi___/Blog/?BlogNo=264854 

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..