Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ocak '14

 
Kategori
Felsefe
 

İlişkilerde saygı, sevgi ve güven üzerine

Dikkat: yazı yabancı yazarların kişisel gelişim yazılarından apartılmış değil, öz be öz yazıcısına aittir. Buna + ya da - kıymet vermek sizin + ve - değerlerinizle ilgilidir.

İnsanlararası ilişkiler çok çetrefilli bir şey. Bin türlü faktörün sentezini ya da organik yapısını içeriyor.

Bu bin tür üzerine bin türlü söz söylenebilir. Sözün sonu yok. Bunlardan birisi olduğu halde, sanki değilmiş gibi şöyle bir iddiada bulunulabilir. Bütün bu bin türlü faktör en temelinde, aslında iki kişinin uzlaşmaz ve bağdaşmaz varoluşlarına dayanır.

Bu şu demeye geliyor. Siz bin tane de kişilerarası ilişkiler üzerine kitap yazın, sorunlar ve çözümler tespit edin vs. insanlararası ilişkiler iflah olmaz bir çözümsüzlük içerir ve siz buna bir çözüm üretemezsiniz, reçete yazamazsınız. Yani, onun doğası budur. Doğasının kaynağı ise iki ayrı kişinin, tam da ifade edildiği gibi, iki AYRI kişinin uzlaşması bağdaşması nihai olarak mümkün olmamasıdır.

Sevginin kaynağı var mıdır başlıklı yazımda dediğim gibi insanlararası ilişkiler kabul edilmiş çıkar dengelerinin uyuşumuna dayanır.

Burada tabi, felsefi bir boyut sözkonusudur. Felsefi akıl için, hiçbir sözün anlamı mutlak değildir. Felsefi akıl, felsefi olabilmesi için, bir kavramın varolan tüm anlamlarını paranteze alarak düşünüyorsa felsefidir. Yoksa bunu yapmıyorsa yani, o sadece varolan anlamları tekrar ediyor olur ve sorgulama yapmıyor olur, bu da felsefi olamaz. Felsefi akıl, kavramları araç olarak kullanır. Onlar üzerinde, kavramların Tanrısı olarak çalışır ve sonuçta bir şeyler söyler. Söylediği şeyler yenidir. Eski kavramların yerini değiştirmiştir, kimini atmış, kimini daraltmış, kimini genişletmiştir vs.

Felsefi akla sahip olmayan bir kişinin itirazlarına bir felsefi akıl sahibinin katlanması zordur, eğer konuşmamayı seçmiyorsa. Çünkü bu kişi, kavramların sözlükteki anlamlarıyla, senin söylediklerini yargılamaya başlayacaktır. Bilge kişiler boşuna dememişler, fare dağa küsmüş diye. Bu da öyle bir durumdur.

Buradaki felsefi boyut, çıkar kavramında yatar. Buradaki çıkar kavramı, gündelik anlamından daha farklıdır. Çıkardan kasıt, üçkağıtçılık, sahtekarlık, uyanıklık vs. anlamında değildir. Ancak yine de çıkardır. Çünkü gündelik hayattaki çıkar peşinde koşan insanların tutumunu andırır. Gündelik hayattakinden ayrıldığı nokta ise şudur, gündelik hayatta çıkar gütmeden yaşayan insanlar vardır, bir de çıkar güderek. İkinci türdekiler genellikle ahlaksız olarak adlandırılır. Yani topluda çıkarcılar ve çıkarsızlar vardır. Oysa bahsettiğimiz felsefi boyut açısından bakıldığında tüm insanlar ve hayvanlar aynı çıkarcılıktan pay alırlar. Bu, gündelik anlamdaki çıkarın negatif yükleminden arındırır.

Ama yine de çıkar sözünü kullanmak işe yarar. Bunun nedeni ise sevginin kaynağında yatan şeyin ne olduğunu sorgularken, ne olmadığını söylemekte, bir tür analojik bir adlandırma gerekir. Bu da, yüzeyde, toplumun varlığı için bayrak haline getirilmiş değerlerin, kökeni üzerine hiç düşünmeden yeniden üretmenin önüne geçmesine karşı durur.

Evet, şu gayet açıktır ki, eğer bir insanı, sahip olduğu aklı, sahip olduğu her türlü kavramı, normu, değeri, ilkeyi vs. sorgulamak, onların parçalayıp yeniden lego gibi inşa etmek için kullanmıyorsa, o kişi, kelimenin felsefi anlamında aklını hiç kullanmıyordur.

Toplum içinde yaşıyoruz, bunun bedeli vardır. Ve ödülü de.

Ödülü, en genel anlamda yok edilmemektir. Toplum sizi alır bağrına basar, sizin varoluşunuzu güvence altına alır. Malum, sürüden ayrılan koyun misali.

Bedeli ise ve aslında bu ödülün oluşmasının varoluş nedeni, sizden itaat ister. Bu itaat toplumun ödülünün oluşması için gerekli olan ortaklıklara karşı gelmemek beklentisidir. Siz sorgularsanız, her türlü kavramı, değeri, ilkeyi, normu reddedip yeniden inşa etmek isterseniz ki böyle yaptığınız da, hiçbir toplum ayakta duramazdı, toplum size bir stop çekecektir. Bunu çekmesinin pek çok yolu var. En başta kanunlar, sonra toplumsal gelenekler, görenekler, yabancılaştırmalar. Ama sadece bunlar değildir. Ayrıca toplumsal varoluş dinamiği sizi bir örümceğin avını yakalaması gibi yakalar. Sizi, gündelik yaşantınızdaki algoritmayı bile belirleyecek ölçüde avlar. Dilinizi avlar. Düşünme sözlüğünüzü yaratır. Okuyacağınız, izleyeceğiniz, gazeteleri, tvleri, kitapları belirler. Eğitimini biçimlendirir, bütün bunları hem doğrudan yapar, hem de diğer bireyler aracılığı ile yapar. Sadece diğer bireylerle yetinmez, sokağa çıktığınız anda, sokakta varolan her şeyle yapar. Sanki 50-100 tane aslanın olduğu bir arenaya çıkmış gladyatör gibisinizdir.

Ama her zaman gladyatör gibi değilsinizdir, hatta çoğu zaman değilsinizdir. Bu öyle bir avlanmadır ki, aslında o arenaya dizilmiş olan 50-100 aslan, aslan kılığına girmiş insandır. Ya da aslanlaşmış insanlardır. Siz onlara karşı mücadele edersiniz ve bu şu demektir, etrafınız tamamen sarılmıştır.

Etrafınızın sarılmış olması, sizin de bir etraf sarıcı olmadığınız anlamına gelmez. Siz makine değilsiniz, uzaydan gelmediniz, sizin ruhunuz da, aklınız da, beyniniz de ele geçirilmiştir. Siz de toplumsallaşma ürettikçe, bu aykırı olsa da, bu bir tür avcılıktır. Bu avcılığın diğerinden farkı şudur ki, henüz yetkinleşmemiş, dile, kültüre, hayata, eşyaya, sokağa çıkmamıştır. Bu avcılık aynı zamanda geniş bir alana sahiptir, kolay da yalan söyleme imkanına sahiptir. Öyle ya, henüz çekirdek, iktidar gücü her tarafı sarmamış, somut olarak ortaya çıkmamış. Bu yüzden olmayan, yapılmayan şeyler üzerine bol bol yalan söylenebilir.

Bedel ve ödül! İkisi de birbirinin varlık nedeni ve sonucu. Ödül olmasaydı bedel olamazdı. Çünkü ödülü oluşturmak için kaynak lazım. Bu da bedelden mahsup edilir.

Aynı şekilde, bedel olmasaydı ödül olamazdı. Kime neyi nerden verecektik di mi?

Tanrı mı?

Tanrı, insanoğlunun uydurduğu en büyük martavallardan biridir.

Bütün altta dönen bu olup bitmelerin çarşafı ve aynı zamanda aracıdır.

Tanrı kavramının, değerlerden farkı yoktur. Değerler toplumda ne iş görüyorsa Tanrı kavramı da öyle iş görür.

Evet, ödül olması için bedel, bedel olması için ödül olması, garip bir durumdur.

Yılanın, kuyruğundan başlayıp kendini yutarak beslenmesi gibidir. Dil meselesi işte, varlığı, varlığını sürdürmesini sağlayacak sorunu üretmesin sağlamaktadır.

Ödül ile bedel arasındaki korelasyon hayatın sırrını da içinde taşır. Her şey başka bir şey olduğu için vardır. Eğer aralarındaki bağlantı olmasaydı, her şey hiçbir şey olurdu.

İnsanlararası ilişkinin temelinde de bu bağlantılar yatar. Ayrı dünyaların insanı olmak deyişi böyle bir şey olabilir. İlişkilerin çok farklı katmanları var. Bunların en bilindikleri, dilsel, dinsel, topluluksal, eğitimsel, çevresel vs. insanlar aynı anlam dünyasında iseler ilişki içine girerler. Bu da, aralarındaki o felsefi çıkar arayışında yatar.

Biz hiç kimseyi, kara kaşı kara gözü için sevmeyiz. Bizim birini sevmemiz için eş deyişle ilişkiye girmemiz için bir çıkarımızın olması gerekir. Sevginin bunun dışında bir kaynağı olamaz.

Evet, insanlararası ilişkiler iflah olmaz birlikteliklerdir aynı zamanda çünkü iki AYRI kişinin nihai uzlaşması ve bağdaşması mümkün olamaz. Tüm çıkarları soyutlayarak dışarıda bırakarak öze doğru indiğimizde, geriye tekil olarak varoluşları için her şeyi yok etmeyi düşünecek iki ayrı varoluş kalır.

İki ayrı varoluşun teke inmesi ise imkansızdır, kavramı gereği.

İşte, bu iflah olmaz uyumsuzluk, varoluş güvenliği açısından, ilişki, grup, topluluk, toplumsallaşma arar. Bu şekilde ilişkiler, arkadaşlıklar, dostluklar, aileler, sülaleler, aşiretler, dinler, dinler vs. kurulmaya başlar. Katman arttıkça birey üzerindeki yük azalır. Atlas gibi dünyayı sırtımıza yükleriz. İşte demin dediğim gibi, ne kadar ödül, o kadar bedel.

Hayatın ya da evrensel varoluşun akılcıl bir nedeni, bir rasyonalitesi olduğunu sanmıyorum. Hep geride, makul, akılcıl bir şey aranıyor. Aslında akılcıl dediğimiz şey, insanın uydurmasından başka bir şey değildir. Akılcıl olan, insancıl olandır. Yani insanca olana akılcıl deniyor. Daha doğrusu, insan denilen canlının, insanın canlı dediği insanın, o insanın bakış açısının söylediğine ya da bu bakış açısına akıl deniyor. Aklın insanın ötesinde bir anlamı ve değeri de yoktur. İnsan, aklını evrenselleştirmek ve mutlaklaştırmak istemiştir. Bunu yaparken, tanrılar yaratmış, tanrıyı yaratırken de, kendi aklını kullanmaktayken, sonra kalkmış, tanrıları reddetmiş ve yeniden kendi aklını mutlaklığın kaynağı olarak koymaya kalkmış, aslında ilk yaptığı ile ikinci yaptığı arasında hiçbir fark yokken.(hümanizm ve teizm  konusu) Çünkü her iki şekilde de mutlaklaştırma içine girmiş. İnsan aklının hakikati, doğruluğu, mutlaklığı vs. bilecek bir kaynak olarak görmek istemiş, sanki böyle bir mutlaklık varmış gibi, insanın dediğinin ötesinde.

Allahın dediği olur diyor ya insan, aslında olan Allahın dediği değil, insanın dediği. İnsan Allahın dediği olur derken, insanın dediği olur demekten daha fazla bir şey söylemiyor.

Her halükarda, insan, kendini merkeze alıp bunu mutlaklaştırıyor ve bundan halen bile vazgeçmiş değil.

Şu an bile Tanrıyı kanıtlamaya, evrenin varoluşu için insan aklına indirgenecek makul, rasyonel bir şey arıyor. Arayışının temelinde yatan ise bunun olanaklı olduğu kabulü. Bu kabulünün nedeni nedir diye sorduğunuzda, kendisinden başka hiçbir şey yok. Yani savının savı da kendisi, savının kanıtı da kendisi, yani aslında hiçbir şey.

Bu da zaten hayatın sırrıyla uyuşumlu, hayatın sırrı, sırrın olmayışı. Her şeyin bir oluş, akış içinde akıp gitmesi. Bunun dışında başka hiçbir şey değil. Bu oluş akış içinde olan şeyi, olan şey olduğunu söyleyen ise insan. Biz neden insanın dediğini merkeze alalım ki? Bunun hiçbir nedeni yok, insan oluşumuzdan başka. Bundan vazgeçtiğiniz anda, aslında akıp giden hiçbir şey de yoktur. Aslında hiçbir şey yoktur.

Var diyorsak bile, onun hakkında bundan başka bir şey söyleme hakkımız yok. Olduğunu sanıyoruz, ama bu bin türlü faktör ve bu bin türlü faktör üzerine söylenecek bin türlü laf olmaktan başka bir şey olmuyor.

Peki ya bütün bu söylediklerimiz. Olmadığını söylemek de bir olansa, senin olanlığının olmamaklığı arasındaki çelişkiyi nasıl anlıyacağız? Bu aslında çelişki değil, bir göstergedir. Anlamsızlığa en iyi anlamlı kanıt kanıtın da anlamsızlığıdır.

Bu satırlarda da olduğu gibi, anlamlılıktan kaçamıyoruz, çünkü tüm her şeyi insan aklına indirgemeye çalışıyoruz. İnsan aklına indirgemek sorunun kaynağıdır.

Sevgi gibi, saygı ve güven kavramları da aynı şekildedir. Hepsi felsefi anlamdaki çıkar işbirliğinin askerleridir. Bu kavramlara o düzlemde baktığımızda, üçünün de birbirinin hem nedeni hem sonucu olduğu söylenebilir. İçleri boş olsa bile.

Güven duyduğumuza sevgi ve saygı duyarız. Saygı duyduğumuza güven ve sevgi duyarız. Sevgi duyduğumuza güven ve saygı duyarız.

Üç kavramda aslında aynıdır. Buna ne diyelim següsa diyelim mesela. Següsa, bu üç ayrı kavramla adlandırdığımız bir şey ve bu uç kavramla bağlantılı gündelik oluş bitişlerin sentezidir.

Her birindeki azalış següsanın toplam miktarını da azaltacaktır. Següsa öyle bir noktaya gelir ki, bu baştan uzlaşmaya ve bağdaşmaya varılmış olan felsefi anlamdaki çıkar birliği direnir ama sonuçta varlığı ortadan kalkmaya başlar. Artık varoluşumuz için başka kapı imkanı doğmaya başlar. Bu noktaya gelindiğinde ilişki biter.

Bu yazı da böylece biter…

 

 
Toplam blog
: 467
: 1012
Kayıt tarihi
: 21.10.07
 
 

Ankara'da yaşıyorum. Çeşitli güncel konularda, zaman zaman "Neden olaya böyle bakılmıyor?" diye düş..