Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Kasım '21

 
Kategori
Eğitim
 

ilk Öğretmenliğim

İlk Öğretmenliğim

 

1959–1960 Öğretim yılında Diyarbakır Öğretmen Okulu’nu bitirince Mardin/Gülharrin (Sonradan Ortaköy olarak adı değiştirilmiş)  Gülharrin’in sözcük anlamı Gülhayran [ Türkçe gülharrin "yabangülü" ] Oysa, bu ne gül ne yaban gülü ne de dikili bir ağaç var. Bu köye, öğretmen  olarak atandım.

 O yıllarda karayolları bugünkü gibi gelişmiş değildi. Hemen hemen herkes trenle yolculuk yapardı. Tren garları, istasyonları yolcuları uğurlayanlarla dolar taşardı. Tren, düdüğü ötmeye başlayınca ayrılık sancısı da başlar; trenin kalkmasıyla garı ya da istasyonu hüzün kaplardı.

Beni uğurlayan olmadı. Nasıl olsa üç yıl, bu yoldan gidip gelmiştim. Diyarbakır’da trenden inip otobüsle yola devam edecektim. Garda, trenden indim. O yıllarda kentle gar arasında çalışan faytonlar vardı. Öğrencilik yıllarımızda birkaç arkadaş toplanır; pazarlıkla bir fayton kiralardık. Bu sefer, yalnızdım. Faytondan çevreyi gözden geçiriyorum. Yenişehir, biraz daha büyümüş; yeni modern binalar yapılmış. Valilik, okullar, devlet kurumları genellikle bu bölgededir. Eski Diyarbakır, Kaleiçi’ndedir. Bu bölüm, surlarla çevrilidir. Surların dört yöne açılan dört önemli kapısı vardır. Kuzeyde Dağ Kapısı (Harput Kapı), batıda Urfa Kapısı (Rum Kapı), güneyde Mardin Kapısı (Tel Kapı), doğuda Yeni Kapı (Dicle Kapı). Surlar, 349 yılında Roma İmparatoru II. Constantius zamanında yapılmış. Çeşitli çağlarda onarılmış. 82 burçlu 5 km uzunluğunda, yüksekliği 10–12 metre, duvar kalınlığı 3,5 metre arasında değişmektedir.

Faytonla,Dağ Kapısı’ndan Mardin Kapısı’na doğru ilerliyoruz. Dörtyol’u geçiyoruz. Öğrencilik yıllarımızda, buradaki börekçilere gelirdik. Özellikle, Börekçi Şehmuz ünlüydü. Sağımızda Ulu Cami, Anadolu’nun en eski camilerinden biri. (MS 639’da kiliseden camiye çevrilmiş).

Atatürk Caddesi’ni bir baştan bir başa geçiyoruz. Mardin Kapısı’ndan otobüse binip Mardin’e gideceğiz. Sur diplerinde yaşamlarını sürdürenler, gezginci satıcılar… Mardin yoluna düşüyoruz. Sağımızda Gazi Köşkü, yeşillikler içinde. Öğrencilik yıllarımızda piknik yapmaya gelirdik. Solumuzda Dicle, ağır ağır akıyor. On gözlü Dicle (Bu köprüye On gözlü Köprü, Silvan Köprüsü’nde denir.) Köprüsü’nü geçiyoruz. Dicle vadisi yeşil mi yeşil. Diyarbakır’ın ünlü karpuz ve kavunları bu vadide yetişir. 25–30 kg olan karpuz ve kavunlar, dilimlenerek satılır. Satış yerlerinin önündeki iskemleye oturup, tek dilimi kilolar çeken karpuzunuzu yiyebilirsiniz.

Dicle Köprüsü’nü arkamızda bırakıp Mardin’e doğru yol alıyoruz. Uçsuz bucaksız bir bozkır. Uzakta, pek çok uzakta bir köy görünüyor. Kerpiç duvarlı, toprak damlı, tek katlı, küçük, birbirinin içine girmiş evler. Sap, saman, kuru ot, tezek yığınları… Güneş, güneş ışıklarının oluşturduğu serap. Stepte güneş ışığı yakar. Yakıcı sıcaktan korunmaya çalışan koyunlar, başları yerde halkalar oluşturmuşlar. Sıcaktan dili dışarı düşmüş çoban köpeği, sürünün çevresinde dolaşıyor.

Uzaktan Çınar göründü. Beldeyi gölgeleyen birkaç akasya, kavak, söğüt ağacı… Buğday, arpa tarlaları, arada bir üzüm bağları. Çınar o yıllarda yeni bir yerleşim merkezi. Bulgaristan’dan, Kudüs’ten gelen göçmenlerle büyümüş ve gelişmeye başlamış.

Çınar’dan sonra da bozkır, göz alabildiğine uzuyor. Otlar kavrulmuş. Bir tarla sıçanı arka ayakları üzerine kalkmış; ürkek, korkak bakışlarla biçilmiş ekin tarlalarında kendine yiyecek arıyor. Saplar arasından bir tavşan fırlıyor. Yol kenarlarına konan serçeler; gök renkli, mavili, ebrulu güvercinler, ekin sapları arasında kendilerine buğday taneleri arıyor. Bir atmaca, gökyüzünde kantlarını açmış; tarlalardaki güvercin, keklik palazlarını araştırıyor. Jet hızıyla dalıp yükseliyor.

Mardin’deyim. Tek bir cadde, batıdan doğuya doğru uzanıyor. Düz damlı, avlulu Mardin evleri, bir tepenin yamacında iç içe. Bu tek caddede motorlu araçlar çalışır. Mardin; bir tepenin yamacına yaslanmıştır. Yamaçtaki evlere taşımacılık, hayvan sırtında yapılır.

Ayakkabımı boyatırken   Gülharrin Köyü’nün özelliklerini soruyorum. Boyacı, tavuk ve yumurtasının bol olduğunu söylüyor. Oysa benim düş evrenimde oluşturduğum köy, bu değil. Toprağında burcu burcu gül kokar. Ovalarında sürü sürü kuzular meleşir. Yaz gelince ağaçlarının meyveleri olgunlaşır. Adı “Gülharrin” olan bu köyde ne gül, ne de gül dikeni görebilirsiniz. Çalı çırpı, çer çöp de yoktur. Suriye sınırına kadar halkın “çöl” dediği düzlükler uzanır. Bir dal ağacın gölgesinin arandığı düzlükler. Baharda yeşeren yaz sıcağında kuruyan çatlayan topraklar.

Gülharrin” adı, sonradan “Ortaköy” olarak değiştirilmiş. Nusaybin yolu üzerinde sırtlarını birbirine dayamış; düz toprak damlı, duvarlarına tezek yapıştırılmış evler. Çatılı tek bina okul. Yolun kıyısındaki kuyudan; rengârenk giysili, hotozlu* kadınlar, genç kızlar bir kuyudan su çekiyorlar. Tartışmalar, çekişmeler bir dello* su için. Bir çocuk ağlayarak “ma' al'umi” (Anne su). “Abni dello dolmadı” (Oğlum çello dolmadı.)

Okula doğru yürüyorum. Başına beyaz bir poşu bağlamış. Poşunun üzerine de agel takmış, entarili, alttan beyaz donu ayak topuklarına dek uzanan bu gence yaklaşarak selam veriyorum. Muhtarın evini soruyorum. Maif bi Türkî (Türkçe bilmiyorum). (Bu gencin Türkçe bildiğini, muhtara karşı gruptan olduğu için muhtarın evini göstermemek için Türkçe bilmediğini söylediğini öğreniyorum). Mardin’e bu kadar yakın bir köyde Türkçe bilmeyen insanların olması beni üzdü. Oysa bu köyde yıllardır okul vardı. Demek ki tek öğretmenle Türkçe eğitim ve öğretimi amacına ulaşmıyor. 1000’in üzerinde nüfusu olan bu köyde, okulun kayıtlı 45 öğrencisi vardı. Köylüler, özellikle kız çocuklarını okula göndermek istemiyorlardı. Bu kayıtlı öğrencilerin birçoğu devamsızdı.

Bu gençle iletişim kuramayınca bir an ne yapacağımı şaşırdım. Gözüme köy meydanında oynayan çocuklar ilişti. Yavaş yavaş yanlarına sokuldum. Beni görenler, entarilerini dişlerinin arasına alıp çöle doğru kaçıyorlardı. İçlerinden birini yakaladım. Ona ilk sorum, Türkçe biliyor musun, oldu.

__Evet.

__Okula gidiyor musun?

__Evet, öğretmenim. (Benim öğretmen olduğumu anlamıştı.)

__Adın.

__Mehmet Saüt Alpaslan (Sait demek istemişti)

__Muhtarın evini gösterir misin?

__Muhtar Mardin’de efendim.

__İmamın evi.

__Konuşmuyoruz. (Ailesi konuşmadığı için kendi de konuşmuyordu). Babam, beni döver. Ihı… Okulun yanındaki ev.

Bir taraftan da kaçmaya hazırlanıyordu. Arkama döndüğümde kaybolmuştu. İmamın evi, diğer köy evlerinden daha büyüktü. Giriş kapısının önünde cılız, sıcaktan, susuzluktan yaprakları buruş buruş bir dut fidanı boy veriyordu. İmam, bu fidanı abdest suyuyla yetiştirmiş. Köyde, herkesin suyu bitse, imamın suyu bitmez, her gün tazelenirdi. İmama su getirmek sevapmış.

Eve girdiğimde; başı sarıklı, gözleri sürmeli, kokular sürünmüş bir kişi Kuran okuyordu. Beni, görmek istemedi. Selam verdim.

__Essâlâmü aleyküm ve rahmetullâhı ve beraketuhu, dedi.

Bir yer gösterdi, oturdum.

__Nerelisin?

__Malatyalıyım.

Pek memnun olmamıştı. Beş altı yıl önce Malatyalı bir öğretmen, köyde çalışmış, namaz kılmamış. İmam, okumaya devam ediyordu. Bir ara, Muallim Bey, ben fazla Türkî bilmez, dedi.

Zorluklarla, yalnızlıklarla dolu bir yaşamla karşı karşıyayım. Ne var ki ümitlerimi yitirmedim. En üzünçlü durumlarda bile umuttan vazgeçmedim.

Ozan Gülten Akın da şu dizeleriyle  Umudunu yitirmediğini, yaşamı sevdiğini; sevginin karanlıkları sileceğini dile getiriyor.

Karayı kaldırın maviyi koyun umudumu yitirmedim

Beni çağırın gülümserken uykunun bir yerinde

Henüz beyazken uzatın isterim

Karayı kaldırın sevgi koyun umudumu yitirmedim.(Deli Kızın Türküsü)

Tozlu, dar, gübre yığılı, köy sokaklarında yürüyorum. Horoz ve tavuklar, gübre yığınlarını eşiştirip duruyorlar. Yabancı gören köpekler havlıyor. Kılavuzluk eden öğrenciden güç alarak yürüyorum. Nihayet muhtarın evine geldik. Yeşile boyanmış küçük pencerelerden içeriye ışık sızıyor. Uzun oldukça büyük bir oda. Belki de köyün en büyük odası. Duvar diplerine keçeler atılmış, ortası boş ve tabanı toprak. Köşede, bir döşek, Muhtar Şerif oturuyor. Uzunca boylu, esmer; giyim kuşamıyla diğer köylülerden ayrılıyor. Kravatlı. Kravat, ona resmi bir kimlik kazandırıyor. Dudağından sigara hiç düşmüyor. Kendine güvendiği her halinden belli. Bir taraftan da kaçak tütünden sigara sarıyor, tabakasına dolduruyor. Diğer köylüler de aynı şekilde hiç durmadan sigara sarıyorlar. İçilen sigaraların izmaritleri, ortaya atılıyor. Zaman zaman gençlerden biri kalkıyor; toprak zemindeki izmaritleri süpürüyor. Süpürgeyle tozlar, topraklar uçuşuyor. Oturanlar, bu tozlu, kirli havayı soluyorlar.

Yemek geldi. Bulgur pilavı, pilavın üzerine de yağda pişmiş yumurta konulmuş. Yarım yıkanmış bir tabak beyaz üzüm, bir tas bulanık su, yiyeceklere sinekler üşüşüyor. Gençlerden biri elindeki kirli havluyla sinekleri kovalamaya çalışıyor. Muhtarla ben yemeğe oturduk. Diğerleri bakıyor. Tastaki bulanık suyun içmek için getirildiğini öğrenince ne yapacağımı şaşırdım. Başka içecek su da yoktu. Bu insanlar, yıllardır bu sağlıksız suları içiyorlardı.

Yemekten sonra köyü daha yakından tanımak için dışarı çıkmak istedim. Köylüler, olmaz Öğretmen Bey, bu sıcakta dışarı çıkılır mı, dediler. Güneş kavurucu, insanın beynini pişiriyor. Gölgesinden yararlanılacak tek dal yok.

Akşam oldu. Yataklar, dama serildi. Muhtar iki üç basamakla çıkılan tahta karyolada yatıyordu. Karanlıkta, sokakta birileri dolaşıyor; köylüler, bağırarak birbirlerine bir şeyler anlatıyorlar, tartışıyorlar. Tartışmanın da ötesinde ağız kavgası ediyorlardı. Biri diğerine “kelp ibni kelp”* diyordu.

Sabah olur olmaz, Mardin’e dönmek üzere yola çıktım. Güneş, insanın beynini kaynatıyor. Mendilimi çıkarıp başıma bağladım. Bir saat kadar bekledim. Bu bir saat, bana bir yıl kadar uzun geldi. Uzaktan bir araba göründü. Benden birkaç adım ileride durdu. Bayram çocukları gibi sevindim. Köyün, Nusaybin yolu üzerinde olması, yalnızlığımı bir derece olsun unutturuyordu. Bu özel arabaydı. İçinde bir teğmen, bir de yüzbaşı vardı. Yüzbaşı bana dönerek:

  __Öğretmen misiniz?

  __ Evet.

  __Yeni mi geldiniz?

   __Yeni geldim.                                   

Birbirlerine baktılar. Bu bakışta, bu kadar genç, deneyimsiz öğretmen, bu köyde ne yapabilir anlamı vardı. Ya da bana öyle geldi.

Mardin’e gelmiştik. Bir kente ulaşmanın sevinciyle Mardin’in tek caddesinde ilerledim. Mardin, önündeki ovaya egemen bir yerde kurulmuş. Geceleri, Suriye’nin bir beldesi olan “Kamışlının ışıkları görünüyor.

Okullar açılınca istemeyerek de olsa Mardin Gülharrin (Ortaköy) ‘e döndüm. Bir gün, ders bitti; çocukları evlerine gönderdim. Güneş batmak üzere alacakaranlık, köyün sessizliğini bozan çığlıklar yükselmeğe başladı. Ne oluyor, diye sorduğumda muhtarın oğlunun vurulduğunu söylediler. Bu arada köylü sinmiş; evlerine çekilmişti. Yalnız muhtar taraftarlarından iri yarı Sait, elinde neredeyse döşeme kalınlığında bir sopayla okulun bahçesinde dolaşıyordu anda karşı taraftan kimi görse öldürebilirdi.(Bize, öğretmen okulunda, köyün sorunlarıyla ilgileneceksiniz; köylüye rehber olacaksınız denilmişti. Başka bir deyişle salt çocukların eğitim-öğretiminden değil, köyün sorunlarına da el atacaktık).Sait’e –sanki beni dinleyecekmiş- davranışının doğru olmadığını, haklarını yargı yoluyla aramaları gerektiğini söyledim.

Muhtara karşı olanlar, Sait’le konuşmamdan rahatsız olmuşlar, onun tarafını tuttuğumu sanmışlar; beni ölümle tehdit ettiler. Okulda, tek öğretmendim. Tek sınıflı bir okuldu. Tüm 1,2,3,4,5. sınıflar, bir sınıfta topluca ders görüyorlardı. Bir sınıfa ders veriyor, diğer sınıflara da ödev veriyordum.

Okulun bir yanı da suyu, tuvaleti, mutfağı olmayan bir odalı öğretmen lojmanıydı Ölümle tehdit edilince çok korktum; ama yapacağım bir şey yoktu. Cesaretimi topladım, lojman tarafına geçtim. Akşam olmuş, karanlık basmıştı. Kimse görmesin diye petrol lambasını yakmadım. Biraz sonra kapım vuruldu. Tamam dedim. Kapıdan gelip beni öldürecekler. Kim o dediğimde, jandarmayız, dediler; ama inanamıyordum. Konuşmaları, köylülerin ağızlarına benzemiyor; daha temiz bir Türkçeydi. Jandarma olduklarına inandım, kapıyı açtım; jandarmaları karşımda görünce rahatladım. Artık, devletin gücü, arkamdaydı. Oysa en güvenli günün o gün olduğunu anladım. Her iki taraf da birbirlerinden korktukları için o gün kimse evinden dışarı adımını atmamıştı.

 

Jandarmalar okulda yatıp kalktılar. Onların benimle olmalarıyla rahatladım. Ertesi gün, Kasır ‘dan Jandarma komutanı astsubay geldi, cinayeti kimin işlediğini soruşturdu. Cinayetten 16 kişi suçlanıyordu. Astsubay tümünü ip halatlarla bağlayarak Mardin yolunu tuttu. Mardin, Gülharrin ’e ( Ortaköy) 17 km.olduğunu İnternet’ten öğrendim. Demek ki 2,5-3 saatlik bir yolu tutuklu kafilesi yaya yürümüş. Ben de Mardin’e gittim; maarif memuruna, olayı anlattım. Köyde kalamayacağımı, can güvenliğim kalmadığını söyledim. Anlayışla karşıladı, Mardin’de olaylar yatışıncaya değin kalabileceğimi söyledi. Birkaç gün Mardin’de kalıp köye döndüm.

Tam anımsamıyorum, aradan bir iki ay geçti; vali, beni makamına çağırdı, köyün muhtarlık mührünü, yüzüme bile bakmadan bana uzattı.19 yaşında böyle sorunlu köyün muhtarı da oldum.

Bir gün köyde iki grup arasında kavga çıktı çıkacak. Tartışmalar, bağrışmalar… Köyün hem öğretmeni hem de muhtarıyım yıllarda, öğretmen okullarında, öğretmen adaylarına, ”Köydeki sorunları çözmede önderlik edeceksiniz .”derlerdi, öğretmenlerimiz. Bu düşüncede eğitim aldık. Diğer yandan muhtar da köyde, devletin temsilcisidir. Köydeki her olay, onu da ilgilendirir. Bu sorumlukları, duyumsayarak araya girdim. ”Kim kavga etmek için adımını atarsa onu jandarmaya teslim edeceğim, deyince olay bıçak gibi kesildi; taraflar ayrıldılar. Ben de şaşırdım. Birisi, adam silahını doğrulmuştu, ilk kurşunda,  sen giderdin, dedi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Atatürk Caddesi’ni bir baştan bir başa geçiyorum. Mardin Kapısı’ndan otobüse binip Mardin’e gideceğim. Sur diplerinde yaşamlarını sürdürenler, gezginci satıcılar… Mardin yoluna düşüyorum. Sağımızda Gazi Köşkü, yeşillikler içinde. Öğrencilik yıllarımızda piknik yapmaya gelirdik. Solumuzda Dicle, ağır ağır akıyor. On gözlü Dicle (Bu köprüye On gözlü Köprü, Silvan Köprüsü’nde denir.) Köprüsü’nü geçiyoruz. Dicle vadisi yeşil mi yeşil. Diyarbakır’ın ünlü karpuz ve kavunları bu vadide yetişir. 25–30 kg olan karpuz ve kavunla

 
Toplam blog
: 391
: 2555
Kayıt tarihi
: 04.12.12
 
 

Hüseyin BAŞDOĞAN, 1942'de Malatya- Arapgir'de doğdu.Arapgir Ortaokulunu, Diyarbakır Öğretmen Okul..