Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Haziran '16

 
Kategori
Sosyoloji
 

İnsandaki bencillik ve yıkıcılığın ana kaynağı

İnsandaki bencillik ve yıkıcılığın ana kaynağı
 

İnsan kişiliği üzerine düşünce belirtmek, dünyadaki diğer tüm konulardan daha zor ve meşekatlidir. Çünkü insan denen varlık, dibi görünmeyen Büyük Okyanuslara benzemektedir.
 
Okyanusların diplerinde neler olduğu hiçbir zaman net olarak bilinmediği gibi, İnsan da aynı şekilde derin bir duyguya sahiptir. Her an nasıl bir duruş ortaya koyacağı net olarak anlaşılması çok zordur.
 
Belirli bir dönem anlaşılmaya çalışılan insan, ertsi gün bakarsın ki büyük bir suprizle farklı bir tavır ortaya koymaktadır. Bu yüzden insan daha derin ve gizemlidir.
 
Önümüzde böyle bir insan gerçekliği varken, biz daha çok Sosyolojik olarak insanı dış çevrenin nasıl etkilediğini ve bu etkilenme sonucunda nasıl bencil ve yıkıcı hale dönüştüğünü anlamya çalışalım.
 
Bir insan kendi gerçekliğini tam olarak anlayabilmesi için, önce bugüne kadar giydirilmiş tüm düşünce yapısını, bir saattliğine veya bir günlüğüne de olsa sorgulaması gerekir.
 
Ve böylece hangi aşamalardan geçtiğini, bu dönemler içerisinde hangi güç ve kültürün ne amaçla kendisi üzerinde etkili olduğunun ayırdına varmalıdır. Belki o zaman edinmiş olduğu kültürlerin fayadalı ve zararlı yanlarını daha net anlayacaktır.
 
Bunun tek etkili yöntemi ise, en çok sahiplenilen ve kutsallıklar atfedilen düşünce üzerinde hiçbir terddüte düşmenden, empati yaparak tüm negatif ve pozitif yanlarını ortaya koymakla münkündür.
 
Kişilik sorgulama metodunu kısaca bu şekilde izah ederken, henüz Ana karnında iken ve de hiçbir çirkinliğe bulaşmamış olan Bebeklikten başlayıp, günümüz insan tipini ancak şu noktalarla ifade edebiliriz.
 
Doğadaki tüm canlı ve cansız varlıklar aşamalı olarak renk, koku ve yapı kazanırlar. İnsan da aynen bu canlı ve cansız varlıklar gibi aşamalarla karakterini oluşturur.
 
Daha doğrusu insanın karakteristik yapısı ana karınında iken başlamaktadır. Bu aşamalar dört ayrı dönem olan Ceni aşaması, doğduktan sonraki Bebeklik dönemi, Çocuk ve Gençlik ve de Olgunluk çağıdır.
 
İnsan; ilk ana rahmine düşüp el ayak ve cinsiyeti belirlenmeye başladığı andan itibaren, annenin yaşamış olduğu duygu, düşünce, soğuk, sıcak, beslenme, acı ve neşeli olaylardan, Ceni direkt etkilenerek ilk karakteristik temeli şekillenmeye başlar.
 
Bu dönem içerisinde Ceni, bir sudan daha temiz ve masumdur. Annenin dışında ne babanın, ne sistemin, ne tanrının ne de dinin direkt hiçbir etkisi söz konusu değildir.
 
Dokuz ay sonra sade ve temiz bir şekilde doğan bebek, doğumdan sonra yeniden Bebeklik dönemiyle farklı ve ikinci bir aşama olan dış çevresel ortamda yaşamını sürdürür.
 
Bebeğin bu ikinci yaşama evresinde yine anne birinici etkendir. İkinci ve diğer etkenlerse, ailedeki baba ve kardeşlerin göstermiş oldukları ilgiler ve çevreden duyduğu ses, koku, renklerde önemli iz bırakmaktadır.
 
Eğer Anne Bebeğini emdirme, temizleme, uyutma ve eğitimle ilgili belirli bir bilgi ve ekonomik imkana sahipse, çocuk çok fazla bir olumsuzlukla karşılaşmadan bebeklik dönemini tamalmayabilir. Bu sade ve sorunsuz ortamda büyüyen Bebek, ileride daha sakin ve engin bir kişilik kazanmış olur.
 
Bunun yerine bebeğin ailesi belirli bir eğitim seviyesinden yoksun, ekonomik olarak zorluklar içerisinde yaşıyorsa, aile ve çevrede gerekli gereksiz tüm olaylar, direkt ve dolaylı şekilde Bebeğe yansır. Bebek'te mutlaka bunlardan olumsuz şekilde etkilenecektir.
 
İfade edilen böyle bir kaotik ortamda büyüyen Bebek, doğal olarak hem duygusal hem de fiziksel açıdan çeşitli negatif izler taşıyacaktır. Bebelik döneminde benzer olumsuzlukları yaşayan çocuklar içerisinden çok azı, ileride kendisini değiştirerek farklı bir karaktere sahip olurlar.
 
Bebeklik yapısı çocukta yaklaşık altı ve yedi yaşına kadar devam etmiş olup, bu zaman dilimi içerisinde aile ve yakın çevresinin dışında, tanrı, din ve siyasetin doğrudan hiçbir etkisi görülemez.
 
Gelki bazı ortamlarda özellikle çocuklara beş yaşından itibaren dini şekillenme dayattılsa da, bu çok fazla kalıcı değildir. Çünkü çocuk daha sonraki yaşamında özgür bir ortama sahipse, bunu çok rahatlıkla atlatmaktadır.
 
Ancak aynı dini baskı devam ediyorsa, çocuk zaten bu düşüncenin dışında farklı tüm yapılara kapalı dar bir karakterle dünyaya bakmaya devam eder.
 
Çocuğun üçüncü gelişme aşaması olan gençlik döneminde ise, Aile, Çevre, ve Okuldan etkilenerek karakter yapısını geliştirmeye başlar.
 
Bu dönemde çocuk aileden ve okulda öğretmenlerinden öğrendiklerini çevresindekilerle bilinçsiz bir sentezleme yaparak, yaşama ayak uydurmaya çalışır.
 
Böylece, İlköğretimden Üniversite dönemine kadar duyduğu, öğrendiği, gözlemlediği ve yaşadığı tüm olaylardan çıkardığı sonuca göre, ileride kolayca değişmeyecek olan karakteristik yapıyı kazanmış olur.
 
Ancak bu yapı oluşurken, çocuğun tüm eğitim ve gençlik döneminde, maddi ve manevi açıdan Aile, Okul ve Çevrede dahil, bunlardan hangisi daha etkin ve olumlu iz bırakmış ise, çocuğun ileride kolayca değişmeyecek olan karakteristik yapısı da buna göre şekillenmektedir.
 
Örneğin ailenin ekonomik, eğitim ve kültür yapısı etkili ise, çocuk okuldan aldığı bilgileri de buna ekleyerek daha çok aileye benzer şekilde bir karakteristik yapı kazanır.
 
Eğer aile ekonomik, kültürel ve sosyal yapı açısından çok fazla bir etkiye sahip değilse, çocuk bu defa okuldaki öğretmenlerinden ve çevreden kendine göre seçmiş olduğu modellere yakın bir karakteristik yapı oluşturur.
 
Unutmayalım ki, tüm bu evrelerde, devletin toplumu yönetim şekli bazen doğrudan bazen de dolaylı şekilde en büyük etkiye sahiptir.
 
Çünkü aileler başta olamak üzere okullarda verilen eğitim ve toplumun yönetilmesi, devletin siyaset ve politiklarına doğrudan bağlıdır.
 
İfade edilen aşamalardan geçen çocuk, böylece eğitim ve gençlik evresini bu şekilde tamamladıktan sonra, artık Olgunluk aşamasına gelmiştir.
 
Olgunluk aşamasında şekillenen Karakteristik yapı, kolayca değişmediği gibi devletin mevcut siyaset, politik ve yönetimine paralel şekilde devam eder.
 
Bu noktadan itibaren devlet, toplumu demokratik ya da liberal bir kültüre göre yönetiyorsa, o ülke insanlarının büyük bir çoğunluğu, ülkenin bu libaral ve demokratik yapısına göre karakter kazanmıştır.
 
Eğer ki, bir devlet tüm yönetim sisteminde, belirli bir etnik yapı, düşünce, din ve gücün milliyetçiliğine dayanıyorsa,, toplumun büyük bir çoğunluğu da yine bu doğrultudaki yapıyla yaşamaya devam eder.
 
Çünkü toplumu şekillendiren en üst ve güçlü Akıl devletin kendisidir. Bu da şu anlama gelmektedir. Adeta birey ve toplumun üst beyni devlet demektir. Devlet diktatörce bencillik ve yıkıcılığı kutsallaştırmış ise, toplumunun bundan farklı çok fazla bir seçim şansı bulunmamaktadır.
 
Diğer taraftan aynı toplum içerisinde yaşayıp, devletin yönetim karakterini beğenmeyen bazı düşünce, kişi ve gruplarsa, hem kendi karakteristik yapılarını değiştirirler, hem de alternatif düşünce yapısını ileri sürerler. Ancak, istisnaların dışında bu düşünceler bireysel değişimin dışında toplumsal açıdan çok fazla başarılı olamamaktadırlar.
 
Devlet ve toplumların karakteristik yapıları özet olarak bu temelde şekillendiğine göre, Türkiye devleti ve toplumunun karakteristik yapısını biraz daha yakından tanımaya çalışalım.
 
Herkesin şahit olduğu gibi Türkiye'de devlet ve özel kurumlarda, en basit işlerden önemlisine kadar hiçbiri tanıdık ya da etkili kişi devreye sokulmadan çözüldüğü görülmemesi.
 
Ve her gün en ufak bir konu ya da hak paylaşımı noktasında, sürekli kavga ve çatışmaların yaşanması. Aynı şekilde günde en az üç kadının çeşitli nedenlerden öldürülmesi.
 
Bitmeyecek gibi görünen Trafik kazalarına devlet tarafından ciddi ve kalıcı bir önlemin alınmaması. Yan baktın yüzünden işlenen cinayetler. Daha da önemlisi siyasi, inançsal ve etnik açıdan yaşanan çatışmalar gibi binlerce sorun. Ve kim ne şekilde düşünürse düşünsün, bu bencillik ve yıkıcılığın ana kaynağı tamamen devletin kendisidir.
 
Örneğin bizde her olaya söylenen çok güzel deyim ve Ata sölerimiz boşuna ifade edilmemiştir. Konuyla doğrudan örtüşen “Balık baştan kokar” öz deyişinde olduğu gibi, Devlet kokmuşsa toplum da aynı şekilde kokuşmuş demektir.
 
Çünkü; Selçuklular, Osmanlı ve Türkiye'nin karakteristik yapılarında sürekli çevresinde ve birlikte yaşadığı her farklı etnik, düşünce, din ve kültürden olanları ya yok saymıştır veya düşman göstermesi.
 
Aynı şekilde devlet tüm maddi ve manevi gücünü, yaklaşık 5000 kişiyi geçmeyen Talancı Ticaret Sermayedarlarının çıkarları doğrultusunda kullandırması.
 
Ve bu anlayışa karşı olan tüm düşünce ve kültürler üzerinde katlaim yöntemlerinin uygulanması, devletin sahip olduğu bencillik ve yıkıcılığın ne kadar derin ve çirkin olduğunu göstermeye yetmektedir.
 
Devletin bu korku ve kutsallık atfetmiş olduğu Ejderha karakteristik yapı içerisinde, nelerin döndüğünü toplumun büyük çoğunluğu bilmemektedir. Bilenler de ya korkudan veya çeşitli nedenlerden sessiz kalmaktadırlar.
 
Halbuki mevcut devlet yapısında, yüz bin çeşit yolsuzluklara kolaylık sağlayan kanunların varlığından bahsetmek mümkündür.
 
Şimdi böyle bir devlet gerçekliğimiz varken, toplum nasıl bencil ve yıkıcı olmasn ki?
 
Unutmamalıyız ki, devlet temiz olmadan, toplum ve bireylerin namuslu ve temiz olmasını beklemek, insanların kendilerini oyalamasıdır.
 
Şunu çok net olarak söylemek mümkündür. Dünyada var olan tüm bencillik ve yıkıcılığın birinci kaynağı devletlerin başında olan lider ve Yöneticileridir. İkinci sırada ise Aile ve bireyler gelmektedir.
 
Bu yüzden önce kişiler; içerisinde yaşadıkları devlet yapısını ciddi şekilde analiz etmelidir. Arkasından da kendi kişiliğini gözden geçirmek durumundadır. Bunlar yapılmadığı sürece, bizde bencillik ve yıkıcılığın bir yüzyıl daha sürüp gideceğini söylemek haksızlık olmasa gerek.
 
Cemal    Zöngür
 
 
Toplam blog
: 56
: 1108
Kayıt tarihi
: 27.03.16
 
 

Eğitim: Yüksekokul, Meslek: Yönetim, İlgi Alanım: Tarih, Felsefe ve Sosyoloji üzerine araştırma. ..