Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ekim '08

 
Kategori
Güncel
 

İşçi olmak üzere doğanlar

İşçi olmak üzere doğanlar
 

İşçi sınıfının artık var olmadığını ileri sürenlere işçilerden yanıt


İşçi çocuğunun sahip olduğu “şans”la, burjuva çocuğunun sahip olduğu “şans” aynı değildir. Bir burjuvanın çocuğu daha beşikteyken iyi ve sağlıklı yetiştirilme olanağına sahiptir; ayrıca ebeveyninin mirasçısı olacağına dair yazgısı daha o bebekken belirlenmiştir. İşçi çocukları ise bulundukları koşullardan pek uzağa kaçamazlar. Birileri milyarder olarak doğarken, büyük çoğunluk işçi olarak doğuyor.

Alsace potas maden ocağında çalışan kırk üç yaşındaki Aimé, yaşadığı yeri şu sözlerle dile getiriyor.

“Ben, babadan oğula herkesin maden işçisi olduğu, Hénin-Liétard’daki maden havzasında yerleştiği Kuzey Pas-de-Calais’li bir aileden geliyorum. Benim oyun alanım atık toprak yığınlarıydı. Maden işçileri mahallesindeki arkadaşlarımla top oynardık oralarda. Bizler, birbirine bitişik düzen yüzlerce evin bulunduğu, maden işçileri mahallesinde otururduk. Her beş metrede bir kapı vardı. Her beş metrede bir aile.. 1958’den, on yedi yaşımdayken bir iş bulmak üzere oradan ayrılıncaya kadar o mahallede yaşadım.

Maden işçilerinin yaşadığı mahallelerde oturan bütün babalar, çocuklarının eğitim görmelerini, kapılarına mermer ya da bakır bir yafta asmalarını; çocuklarının doktor, avukat ya da mimar olmalarını isterlerdi.

Hiçbirimiz böyle bir gelecek sağlayamadık. Yalnızca eski bir sınıf arkadaşım doktor olmayı, bir başka arkadaşım da bankada müdür olmayı başardı. Bu ikisi dışında hepimiz işçi olduk.

Ben dokuz çocuklu bir ailede, iş bulmanın git gide zorlaştığı bir bölgede dünyaya geldim. Dokuz kardeşten yedisi başka yerlerde çalışmak üzere evden ayrılmak zorunda kaldı. Evde kalan iki çocuksa işsiz...

(...)

Peugeot’da çalışmak için test sınavını geçmek zorunda olan iki yüz kişiydik. Birçoğu gibi beni de işe aldılar. Bize üç günlük ücretli bir staj yaptırdılar. Bizim için bu, tatil yapmak gibi bir şeydi. Bu benim ilk büyük çıkışımdı. Restoran masraflarımızı karşıladılar, bizi psikoteknik sınavlardan geçirdiler...

3 Ağustos 1973’te işe başladım. Kendimizi evlerimizden kilometrelerce uzakta yurtlarda, barakalarda bulduk. İki kişi bir odada kalıyorduk. Benim gibi Kuzeyli, Britanyalı, Yugoslav, Cezayirli işçiler... Peugeot bir aylık kiramızı avans olarak ödemiş, gelecekteki ücretlerimiz üzerinden bizi iki yüz frank borçlandırmıştı. On beş günün sonunda dağıtılan iki yüzün üzerine daha şimdiden elli frank daha borç eklenmişti. Çalışma saatlerine göre birbirimizle ahbaplık kuruyorduk. Sabah çalışanlar, öğleden sonra çalışanlar, gece çalışanlar... Ağır işçilik gerektiren atölyelerde çalışan arkadaşlar vardı; bazıları da daha kolay işçilik gerektiren atölyelerde çalışıyorlardı; bunlar şanslı olduklarını düşünüyorlardı, çünkü kadınların çalıştığı atölyelerdeydiler. Ben arabanın kapı çerçevesini yapıyordum. İki demir çubuğu birbirine kaynakla tutturmak, kaynağın pürüzünü çaparını almak, düzeltip parlatmak gerekiyordu. Beş altı kişilik bir ekiptik. Birbirimize bağlıydık.

Kafamı kurcalayan tuhaf bir sistem vardı: “% 100 ücret” dedikleri bir taban ücret ödeniyordu. Üretimi % 110’a çıkaranlar prim alıyorlardı. Üretim % 130’a kadar çıkarılabiliyordu. Ama prim, ücrete göre hesaplandığında, % 30’luk bir üretim artışı, ücrete ancak % 10 olarak yansıyordu. Benim ekibimde bulunanlar % 130’luk bir üretim için çalışmak istediklerinden, ben de % 130’luk üretim için çalışmak zorunda kalıyordum. Bu, hiç işime gelmedi, itiraz ettim; o zaman beni başka bir yere, daha yavaş çalışan bir ekibe aldılar. Bu fabrikada uzun süre kalmadım, çünkü oradaki sıkı disiplin bana göre değildi. Ama Franche-Comté’den ayrılmadım. Bir başka dökümhanede çalıştım. Ayrıca, içki teslimatı işinde de çalıştım.

Sonunda Peugeot Bisiklet’te işe alındım. Orada on bir yıl çalıştım. Fabrikaya girdiğimde on dokuz yaşımdaydım. 43 saat çalışıyorduk. Yirmi yaşımda askere gittim; askerden gelince atölye değiştirdim. İlk siren sesiyle iş başı yapıyor, ikinci sirenle paydos yapıncaya kadar hiç ara vermeden üretime devam ediyorduk.

Patronların kibarca, “fazla yağları aldıklarını” söylüyorlardı bize. Peugeot Bisiklet’e geldiğimde altı bin işçiydik. On bir yıl sonra işten çıkarıldığımda, en çok üç bin işçi kalmıştı fabrikada.

Yönetim, durup dururken işten çıkarmaları riskli bulmuştu. “Kadro fazlası” denilen bir ekip oluşturdu. Bu arkadaşlar, süpürgeleriyle, fırçalarıyla ortada kalmış, artık belirli bir işi olmayan kişilerdi; bu, onlara kapıyı göstermenin bir başka yoluydu. Sonra yönetim onlara bir işten ayrılma primi de önerince, otuz kadar işçi, kendi isteğiyle ayrıldı. Bana gelince... ben, işe başlama saatini yanlış gösterip, iki dakikayı çalmış olmakla suçlandım; bu da işten atılmam için yeterli bir neden oldu.

Yönetim, birkaç ay sonra bir başka arkadaşı daha işten attı. Sonraki üç ay içinde 200 işçiyi daha işten attılar. Geride kalanlar için yeni bir dönem başlıyordu. Ücretler azaltıldı, üretim hızı artırıldı; işçi, artık bir makineden farksızdı. Görüşmeye devam ettiğim işçi arkadaşlar söylüyorlardı bunu.

Sochaux-Montbéliard bölgesinde, pek iş bulma olanağı yoktu. Alsace’ta iş bulmayı denedim. Orada, maden ocaklarında iş buldum. Ama kömür ocaklarında değil... o dönemde dört bin ücretli işçi çalıştıran potas ocaklarında... İlkin, taşeron şirketler aracılığıyla işe girdim. Birkaç ay sonra maden ocağının organize ettiği bir elektro-teknik yarışma sınavından geçerli puan aldım.

İşe başladığımızın ilk günü maden ocağının derinliklerini gezip gösterdiler bize. Beni ilk şaşırtan şey, 800 metrelik derinliğe inen yoldu. Bitmek bilmeyen, upuzun bir yol... Dehlizden çıkarken çok güçlü bir hava akımıyla karşılaştık; dipte sürekli ortalığı kasıp kavuran küçük bir fırtına...İlk gün, on kişi kadardık. Bir aygıtın üzerindeki yer altı geçitlerini baştan başa dolaştık. Potas elde etmek için kuyudan üç ila altı kilometre uzakta bulunan şantiyelere bazen çok kötü durumdaki yollardan geçerek ulaşmak gerekiyordu. Oralarda her an düşmeye müsait kaya parçaları, başımızın üzerindeki toprakların yaptığı baskıyla kıvrılmış hurda demirler görünüyordu. Madenin en dibinde bizi çevreleyen kayanın ısısı 50 °C dereceydi ve birkaç saat içinde litrelerce ter döktük.

Çalıştığımız zamanlarda her birimiz on litre su içiyorduk. Aslında, ayak üstü atıştırılan yemek de dahil olmak üzere ulaşımla birlikte 7 saat 15 dakikayı buluyordu çalışma süresi; madenin dibinde yaklaşık 5 saat çalışıyorduk. Ama bu çalışma süreleri o günkü ısıya göre değişiyordu. Art arda ancak yarım saat dayanılabilen şantiyeler vardı, kimse daha fazla kalamazdı içeride.

Başlangıçta beni en çok şaşırtan, havada uçuşan kırıcı sözlerdi. Adım başı her yerde bir “yaygara” kopuyordu. Gün ışığında çalışanların aksine, ustabaşılara da işçi muamelesi yapılıyordu. Aslında madenin dibinde pek hiyerarşi yoktu. Başka kurallar vardı. İnsan yaşamı sık sık tehlikeye girdiği için yeni gelenlere uyarı yapılmıyor, angarya yüklenmiyordu; ya da çaylaklar işin içine dahil edilmiyordu. Kendi yaşamlarını ve başkalarınınkini koruyarak iş yapıyorlardı çalışanlar.

Tehlike daha çok, aşırı sıcaklıktan ileri geliyordu. Yeterince su içilmezse sıcaktan kramplar oluşuyor, kalp krizi tehlikesi baş gösteriyordu. Üstelik başımızın üzerinde bir kilometrelik toprak vardı. Herkes ölesiye çalışıyor, giderek herkesin sağlığı bozuluyordu. Madencilerin zamanının dörtte üçü galerilerin tavanına sürtünmekle, durmadan kımıldayan ve galerileri kaplayan toprakla sürekli mücadele ederek toprağı “tepmekle” geçiyordu. Üstelik, her an göçük tehlikesi olan maden ocağında... Galerilerin çatısı çok büyük kemer ayaklarıyla, yürüyen desteklerle, 300 barlık bir basınçla çalışan hidrolik krikolarla donanmıştı. Yarık açma gerçekleştirildiği zaman toprağı yerinde tutmak için gerekli (denizin 3000 metre derinliğindeki basınca eşdeğer) çok büyük bir basınç... Bazen esneklik ölçücüler (sıvıları basınç altında krikolara götüren bir tür zırhlı borular) yerlerinden oynuyor ve yola çarpıyordu.

Benim işim makinelerin arızasını gidermekti. En ufak parçası 100 kilo gelen çok büyük makineler...Her işi elle yapmak gerekiyordu, çünkü yürüyen köprüsü, otomatik palangası olmayan seyyar şantiyeler söz konusuydu. Yüksek ısıda hareket etmek, çok zahmet veriyordu.

Benim gibi gereçleri tamir edenler, yaşanmaz olan bu galeri köşelerinden olabildiğince çabuk çıkmak durumunda kaldıklarında maksimum hızlı hareket etmek zorundaydılar.

İlk günlerde beni çok şaşırtan bir şey de şuydu: Sık sık “sersemlemesine” karşın herkes, işte dayanışma içinde olmanın gerekli olduğu gibi bir hisse kapılıyordu. Kimse tek başına çalışamıyordu. Bu da çalışanın çektiği zahmeti beşe katlıyordu. Yalnızca iş düzeyinde değil, güvenlik düzeyinde de yardımlaşmak gerekiyordu. Herkes, kendisinin güvenliğiyle birlikte herkesin güvenliğini gözetiyordu. Bir blok düşebilir, esneklik ölçücüler yerinden kayabilir ve değiştirilmeleri gerekebilirdi; havalandırmayı da gözetmek gerekiyordu.

Bir madencinin niteliği, her şeyden önce karanlıkta olmaktan, toprak altında olmaktan korkmamasıyla ölçülüyordu. Evet bu, korkularını yenmeyi öğrenmek demekti. Özellikle de işçi arkadaşına güvenmeyi öğrenmek demekti. On yıl boyunca çalıştığım kuyuda, dört yüz kadar işçiydik. Her yıl, yüze yakın iş kazası oluyordu; bunlardan bazıları ağır kazalardı. Madenin dibinde doktor yoktu, hasta bakıcı yoktu; olası tek yardım, diğer işçilerden gelen yardımdı; demek ki şunu iyi bellemeliydik: Başımıza bir şey gelecek olursa, ilk yardımı arkadaşlarımız yapacaktı... bizi kuyunun ağzına kadar taşıyacak olanlar, yine işçi arkadaşlarımız olacaktı.”

Arlette LAGUILLER, Paroles de Prolétaires, Plon, 1999
Türkçesi: Zelin ARTUĞ (Ekim 2008)

Blog Not: Bu metin, Arlette Laguiller’nin, çeşitli iş kollarından işçilerle yaptığı söyleşilerden oluşan “Proleter Sözleri” adlı kitabındaki metinlerden seçilerek Türkçe’ye çevrilmiştir.

(Devam edecek)

 
Toplam blog
: 142
: 969
Kayıt tarihi
: 04.07.08
 
 

Yaşam, sorulardan ve yanıtlardan oluşmuş. Her soru, aynı zamanda kendinin yanıtı... Çift yumurta ..