Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

05 Ağustos '09

 
Kategori
Söyleşi
 

İsmail Özmen ile söyleşi

İsmail Özmen ile söyleşi
 

İsmail Özmen


İsmail Özmen, mesleki çalışmalarını topladığı kitaplarından çok, Alevi-Bektaşi edebiyatı ve tarihi üzerine yaptığı araştırmaları ve bu konudaki kitapları ile ayrı bir değer. Kendisinin bu zamana kadar yayınlanmış olan Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi (5 cilt), Simgeler Kenti Bektaşilik (2 cilt), Teslim Abdal, Cemalettin Çelebi’nin Müdafaa Risalesi, Hamdullah Çelebi’nin Savunması, Tasavvufa Giriş, Hacım Sultan Velâyetnamesi ve Ocakları ile Alevi Bektaşilerin Yedi Ulu Ozanı ve İnsanın Bölünmüşlüğü isimli inceleme kitaplarının yanında Az Ötem Cehennem adlı şiir kitabı vardır. Bütün bunlar onun önemli bir değer insanı olduğunu bizlere sergilemektedir.

Böylesine önemli araştırmaları yapıp, çalışmalarını kitaplaştıran ve bilgi ummanına çok önemli aktarımlarda bulunan bir değerin Alevi/Bektaşiliğin gerek geçmişi gerek bugünü gerekse de geleceği üzerine bilgi ve görüşlerini almanın zaruri olduğunu düşünmekteyim.

Kendisi ile 13 ve 16 Temmuz tarihlerinde Karder’de bir araya gelme fırsatı bulduğumda bu zarureti hayata geçirme fikriyatı ile kendisiyle bir söyleşi yapma isteğimi dile getirmiştim. Nitekim 20 Temmuz 2009 tarihinde iki saati aşkın bir söyleşimiz oldu. İsmail Özmen, söyleşimizin ertesi günü Malatya’da yayın yapan Güneş TV’de yayınlanan ‘Güneşe doğru’ programına konuk olmuştu. Programın ana teması ve konular bizim söyleşimizle aynı olmakla birlikte programı seyredemeyenler ve Karder okuyucuları için İsmail Özmen ile yapılan söyleşinin önemli noktalarını aktarmak gerektiğini düşündüm.

İsmail Özmen ile yapılan söyleşi, Aleviliğin tanımından ve geçmişinden başlayıp bugünü ve geleceğe yönelik kronolojisi içerisinde yapıldı. Bu kronoloji ile gerek onun bu konulardaki bilgisi, gerekse geleceğe yönelik fikirleri alınmaya çalışıldı.

Alevilik nasıl doğdu?

İsmail Özmen ile söyleşimizin başlangıç noktası Aleviliğin ne olduğu ve tanımı üzerineydi. Bilindiği üzere son yıllarda Alevilik için birbirinden çok farklı tanımlar yapılmakta. Bu tanımlar birbirinden o derece farklı ki bazılarınca Alevilik ayrı bir din, kimilerince Hz. Muhammed ve Hz. Ali ile bağlantısı olmayan İslam ile bağlantısı bulunmayan bir inanç, kimilerince Anadolu’nun kadim inancı, bazılarınca Türklerin İslamiyet’i yorumlayışları gibi onlarca tanımlama yapılmakta olduğu için bu noktadan başlamak yerinde olacaktı. İsmail Özmen’in Aleviliğin ne olduğunu ve başlangıcı konusundaki görüşlerini özetle şu şekilde açıkladı;

Alevilik, Hz Ali Şia’sının kuruluşu ile yani politik yolla değil, Hz. Muhammed’den başlayarak tüm Ehl-i beyt’in Kuran’ı yeni ve aslına uygun yorumlama yöntemleri ile ortaya çıktı. Bir anlamda peygamber Hz. Muhammed’in Kuran’ı yorumlayışı ile başlamış, sonrasında Hz. Ali ve Ehl-i Beyt ile bu yorum ve değerlendirme birikimi devam ederek yolağı oluşturmuştur. Bu nedenledir ki Alevilik için, özetle ‘Allah-Muhammed-Ali yolu’ diyenler doğru bir tanı ve açıklamada bulunmaktadırlar.

Alevilik Hz. Muhammed ile başlayan İslâm anlayışı ve Kuran yorumu olduğu gibi, Hz. Muhammed döneminden başlayan önceleri gizli, sonrasında aleni bir başka yorum daha ortaya çıkmıştır ki. Bu, Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin evrensel, insancıl, tüm cihanı kucaklayan, sevgiye, yardıma dayalı yorumunun dışında ve karşısında, emperyalist Arap milliyetçiliğine dayalı, şekilciliğe saplanmış, despot bir yorum türüdür. Emevi-Abbasi İslam’ı olarak adlandıracağımız bu yorum ne yazık ki, Kuran’ı insanlığa kazandıran Hz. Muhammed’in ve onun devamı olan Hz. Ali’nin yorumlarına, değerlendirmelerine amansızca saldıran bir görüştü. İlk üç halife döneminde özellikle Ömer ve Osman dönemleriyle başlayıp gelişen talancı Arap milliyetçiliği altında İslam’ı kullanan Emeviler (656-750) ve Abbasiler (750-1258) kendi dönemlerinde şekilci ve talancı Arap milliyetçiliğine dayalı acımasız, baskıcı, kanlı egemen yönetimin sevgisiz yoruma ve yapılan haksızlıklara karşı çıkanlar Ehl-i Beyt’in etrafında toplanıp birleştiler.

Bu yorum doğaldır ki benim de kafamda soru işaretleri bırakmıştı. Anadolu Aleviliğinin ibadet, ritüel ve söylemleri açısından baktığımızda yorumda eksik kalan noktalar olduğu aşikârdı. Nitekim İsmail Özmen eksik noktaları devam eden açıklamaları ile doldurdu.

Emevi-Abbasi dönemi Arap İslam’ı, Hz. Muhammed’in ölümünün hemen sonrasında başladığı ayak oyunları ile önce Hz. Ali’nin halifeliğini önledi. Hz. Ali’nin öldürülmesinin ardından terör estirerek, yoğun biçimde bir baskı, zulüm ve katletme dönemi başlattı. Arap yarımadasında başlayan, hızla ve ısrarla Ehl-i Beyt’in peşinden onu takip ederek giden talancı Arap milliyetçisi şekli İslam yorumu ile sonunda Türklerle karşılaştı. Geleneksel tarih kitaplarında yazıldığı gibi Türkler ve Arap olmayan toplumlar İslâm’ı bir günde veya gönül rızası ile hemen kabul etmedi. Üç yüz elli yılı aşkın bir direnme sürecinin sonunda ancak Türkler, tasavvufun etkilemesiyle İslam’ı sevip kabul ettiler. Nitekim Nihat Çetinkaya’nın ‘Kızılbaş Türklerin Tarihi’ isimli kitapta bu dönem bütün ayrıntıları ile gözler önüne serilmektedir.

Emevi İslam’ın baskısından kurtulmak için Mavereünnehir ve Horasan civarına gelen Ehl-i Beyt soyu Türklerin İslam’ı kabul etmesinde önemli etken olmuştur. Emevi ve Abbasi idaresince, onların İslam yorumuna göre Müslüman olsalar da ikinci sınıf insan ve köle muamelesi gören Arap dışı toplumlar, Ehl-i Beyt’i severek gerçek İslam ile tanıştılar. Onları bağırlarına bastılar, kucakladılar. Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin Kuran yorumu sayesinde, bu birliktelik sağlandı, böylece onların evrensel düzeyde gerçek İslamiyet’i öğrenmeleri sağlanmış oldu.

Alevilik ve Anadolu Aleviliği farkı

Söyleşinin başlangıcında genel bir Alevilik tanımı ve tarihi konusunda ki bilgiden Anadolu Aleviliğine doğru açılmaya başlamıştık. Artık İsmail Özmen Türk boylarının İslamlaşması, Anadolu Aleviliğinin yoğrulması konularında bilgileri aktarmaktadır.

Aleviliğin yayılmasında İmam Zeynel Abidin’in vermiş olduğu karar çok önemlidir. Kerbelâ katliamında ağır hastalığından dolayı öldürülmeyen İmam Zeynel Abidin, Emevi İslam’ının zulmüne karşı pasif direnişi seçmiş, savaşmak yerine, bilgi, yeni açılım ve değişik yorumlar yaymayı esas almıştır. Medine’de gizlice açtığı okul ile Allah-Muhammed-Ali yoluna bağlı sevgi ve yardıma dayalı gerçek İslam’ın gelişmesini ve yayılmasını amaçlamıştır. Bu okul sevgi, doğruluk, arılık, iç temizliği gibi değerleri benimseyen İslam’ın yayılmasında etken olmuştur. Nitekim Aleviliğin oluşmasında önemli isimlerinden biri olan Hallac-ı Mansur ve onun gibi birçok mutasavvıf bu ekolden yetişerek İslam’a büyük yardımlarda bulunmuşlardır. İşte bu ekolün yetiştirdiği Ehl-iBeyt soyuna mensup kişiler, Horasan’da Türk boylarına katılıp, Allah-Muhammed-Ali yolunu öğrettiler.

Bu yola bağlı İslam’ın evrensel öğretisini, kendi geçmiş inanç ve kültürleri ile birleştirip kaynaştırdılar. Yani Türkler, ‘Allah-Muhammed-Ali’ İslam yorumunu kendi kültürlerine, eski inançlarına kattılar. Ancak bu bir elbiseye yama yapmak şeklinde değildi. Yeni bir kimlik, kişilik yaratmak, yeni bir yapı oluşturmak şeklinde olmuştur.

İsmail Özmen’in bu üç bölümdeki aktarımları bize evrensel Alevilikten, Anadolu Aleviliğine olan yolculuğu göstermektedir. Bu açıdan baktığımızda evrensel Aleviliğin, Allah-Muhammed-Ali yoluna bağlı, evrensel İslam anlayışını, Anadolu Aleviliği’nin ise bu anlayışın Türk ve yerel kültürler ile inançlarla harmanlanmış şeklini oluşturan ekolü yarattığı ve bu ekollerin yoğurup oluşturduktan sonra yansıttığı yolak olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Gerçekten de Anadolu Aleviliğinin inanç, mit, simge, söz, saz, şiir ritüellerine, ibadet içeriğine tarafsız bir gözle baktığımız zaman yoğun bir Türk kültürü bileşkesi üzerine kurulu olduğu derhal göze çarpmaktadır.

Nitekim İsmail Özmen bu noktaları da özellikle vurgulamıştır. Bulgularını Hoca Ahmet Yesevi’den desteklemiştir. Prof. Fuat Köprülü tarafından, ‘Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’ adlı eserde başta büyük bir hataya düşülerek Sünni, Ortodoks İslam karakterli birisi olarak gösterilip öyle sayılan Hoca Ahmet Yesevi’nin tam tersi yapıda bir kişiliğe sahip olduğu bugün daha net şekilde anlaşılmıştır. Kaldı ki Prof Fuat Köprülü de hatasını sonradan fark etmiş, Yesevi’nin Sünni, Ortodoks İslam’a ait birisi olmadığını saptayıp, daha sonra kaleme aldığı iki yazısında bunu açıkça belirtmiştir.

Bu bağlamda Ahmet Yesevi’nin Fakirname’sini incelediğimizde, bunun Hacı Bektaş Veli’nin Makalat adlı kitabındaki birçok kurum ve kavram ile örtüştüğü bariz şekilde görülür. Makalat bu anlamda Fakirnâme’den yaklaşık 50-60 yıl sonra yazılmış gibidir. Yeseviliğin ritüel ve uygulamalarına baktığımızda da Anadolu Aleviliğinin benzeri durumunda olduğunu derhal görürüz. Yesevilik de de ayinlerde kadın erkek bir aradadır. Ayin’de zakir Divan’dan dizeleri saz eşliğinde makamla okur, sonra cemdekilerin çoğu vecd ile semah dönerler. Bütün bunlar, Hoca Ahmet Yesevi’nin ve Yeseviliğin bugünkü Anadolu Aleviliğinin temelindeki nüveyi oluşturduğunu, yer aldığını, benzer yönler taşıdığını gösteren olgulardır.

Hoca Ahmet Yesevi kendi kültürünü, inançlarını İslam ile örtüştürmüş, İslam’ın ‘Allah-Muhammed-Ali’ yorumunu kendi kültürüne katmış ve oluşumun bir tür temelini atmıştır. Hoca Ahmet Yesevi 63 yaşına kadar kendi dergâhında yaşadıktan sonra, Hz.Muhammed bu yaşta öldü diye, geri kalan ömrünü yer altında bir mağarada geçirmiştir. Anadolu Aleviliğinin temel noktalarını oluşturan Divan-ı Hikmet adlı şiir kitabı ile Fakirnâmesini yazmış, uygulatmış, binlerce ardıl yetiştirerek yolunu sürdürmüş ve sonrasında inzivaya çekilmiştir. Kısaca Yesevi elli sekiz bin Horasan erenine yolunu ve görüşlerini öğretmiştir. Geliştirdiği bu sistem inanç, kültür açısından, tamamen ritüelsel ve heteredoksi bir yoldur; Hz.Muhammed’in ve Ehl-i Beyt’in Kuran yorumu olan tasavvufu da evrensel İslâm’a, yani Allah-Muhammed-Ali yoluna taşıyıp harmanlamış, yepyeni bir kimlik oluşmasına yardım da bulunmuştur.

Dedelik nedir, nasıl olmalıdır?

Aleviliğin tanımı geçmişinden sonra söyleşimizin ikinci bölümünde dedelik ve ocaklar konusunu işledik. Aleviliğin bugünlere taşınıp gelmesini sağlayan Dedelik kurumu ne yazık ki son 50 yıldır büyük darbeler aldığı gerçeği ile konuya baktık. Bunun yanı sıra dedeliğin geleceği konusunu da işledik. Dedelik kadar önemli olan bir başka hususta Ocaklardı.

Aleviliği bugüne taşıyanlar Dede’lerdir, yani dedelik kurumudur. Geçmişe baktığımızda onların kıymetleri ve yaptıkları daha iyi anlaşılmakta. Bugün Alevilik oradan oraya çekilmekte, sathi zeminlerde sürünmekte ise onlara zamanında değer vermemekten, horlanmaktan hatta onları dövüp kovmaktan kaynaklanır. Toplum onların varlığını şimdi daha iyi anlamakta. Ancak, dedeler de bilgi ve donanım yönünden çok yetersiz kalmaktadırlar.

Dedelik aslında bir yol, ışık bağlamıdır. Söylencemize göre, Tanrı’dan gelen nur önce Âdem’e indi, sonra onun yolundaki peygamberlerde var oldu. Hz. Muhammed peygamberin dedesinden sonra bu nur’un ikiye ayrıldığını görüyoruz. Hz. Muhammed’in babası Abdullah’ta yeşil nur, amcası yani Hz. Ali’nin babası Ebu Talip’te beyaz nur tecelli etti. Yeşil ve beyaz nur, Hz. Ali ve Hz.Fatima’nın evlenmeleri ile birleşti, bir nur oldu ve on iki imamlarda bu tek nur tecelli edip, işlevini yerine getirdi, öyle devam etti. İnanç böyle.

Elbette ki geçmişte dedelik bugün ki gibi değildi. Eğitimi vardı, öğretinin babadan çocuğa aktarılması, geçmesi vardı. Tekkeler okul gibiydi. Onarı yetiştiriyordu.

Bugün ise bir başıbozukluk ve düzensizlik içinde neredeyse her dede soyundan gelen herkes kendini Dede olarak görüp öyle lanse etmeye çalışıyor. Bakıyorsun adamda bilgi yok, donanım yok, yol, yolak Hak getire. Arkadaş sen dede soyundan gelsen bile dedelik yapmaya layık değilsin, o görevi üstlenemezsin. Git kendini yetiştir öyle gel.

İsmail Özmen, Dede’liği bu şekilde tanımlıyordu. Peki gelecekte Dede’lik nasıl olmalıydı? Bugün gün geçtikçe başıboşluk içine sürüklenen dedeliğin geleceği konusunda ne düşünüyordu?

Dede’nin soydan olması iyi olur, donanımlı olmaları da gerekir. Geçmişte nasıl soy önemli ise gelecekte de aynısı geçerli olmalı. Ancak bu dede soyundan olan fakat her türlü pisliği içinde barındıran, bilgisiz veya hasta kişilerin sırf soylarından ötürü Dede olması yanlış olur. Kurumun özü ile bağdaşmaz. Sadece soy yeter anlamına gelmemelidir. Kendisini yetiştirmiş, bilgili, ahlâklı, erdemli, insan-ı kâmil mertebesine yükselmiş kısaca mürşitliği hak etmiş birisi de Dede olabilir. Dedelik için aranacak kriterlerin en sonuncusu soy olmalıdır. Özetle tek başına soy yetmez. Donanımda şart.

Bu noktada İsmail Özmen’e tam katılmadığımı belirtmek istiyorum. Mürşitlik eğitime, bilgiye, ahlâk ve erdeme kısaca insanın kâmilliğine bağlı ise soyun ve kanın bir önemi olmasa gerek. Kaldı ki Hacı Bektaş Veli dâhil olmak üzere ocaklara isimlerini verenlerin Ehl-i Beyt soyundan geldikleri hususu bir muammadır. Mevcut şecerelerin tarihlerine, Anadolu Aleviliğinin kültür yapısının, ritüellerinin, dilinin Türkmen özelliği taşıdığını göz önünde bulundurduğumuz da bu daha iyi anlaşılmaktadır. Bu konularda İsmail Özmen şu açıklamaları yapmıştır.

Mevcut secerelerin geçmişinin 500-600 yılı geçmediği doğru. Bunların gerçekliği de sahih olup olmadığı da ayrı bir sorun. Elbette ki önemli olan soy değil yol. Bir dedenin sadece Hacı Bektaş Veli ya da Ehl-i Beyt soyundan gelmesi yetmez, buna ek olarak ahlâklı, donanımlı, bilgili olması da gerekir. Örneğin adam dede soylu ama kendi Sünni inançlı ya da ateist. Acaba bu zat dede olabilir mi? Hayır olamaz, onun dede soyundan olması yetmez, bazı koşullara daha sahip olması gerekir. Onların (Ehl-i Beyt’in) soyundan olması çok önemli. Kanımca Ehl-i Beyt soyundan olmak Horasan’da, Mavereünnehir’de Ehl-i Beyt ailelerinden kız almak veya kız vermek suretiyle gerçekleşmiştir. Burada bakmamız gereken bu önemli şahsiyetlerin soyu, manevi açıdan kanı ile bunun yanında Alevi yol’unda çok donanımlı olup olmaması ahlâkı ön plana çıkar, bunların da olumlu olması gerekir. Bu böyle olmalıdır. Yolla yolakla dedelikle kişinin bir ilgisi, bilgisi, donanımı yoksa sonuçta Hacı Bektaş Veli, ya da Ehl-i Beyt soyundan, ya da dede soyundan olsa da olmasa da durum değişmez, hiçbir şey fark etmez. Çünkü bilgi, donanım, ahlâk her şeyden öne geçer. Yol kuralları öyle der.

Hacı Bektaş dergâhı neden serçeşme?

Söyleşimizde ki bir başka konuda “El ele, el Hakk’a” sisteminin temelinde yer alan Ocaklardı. Bugün işlevinden ve yapısından bir hayli uzaklaşmış olan Ocakların birbirilerine olan üstünlüğü, bağlantıları, hiyerarşik yapıları ve geleceklerini konuştuk.

Ocaklarda bir hiyerarşik sitem var ise, bence bunun başı Hacı Bektaş Dergâhıdır. Bugün Anadolu’da var olan yüzlerce ocağın serçeşmesi odur. Burada önemli olan Anadolu’ya önce gelmiş olmak değil, üstlenilen görev ve yapılan iştir. Yapılan işe göre piramidin başını belirlemek gerekir. Battalgazi Anadolu’ya ilk gelenlerdendir. Ancak bunlar kurumsal hiç bir iş yapmamışlardır. Yani sistem oluşturmamışlardır Anadolu’ya gelmiş, tohumu ekmişler. Ağaçerleri, Tahtacılar, Dede Garkın, Şeyh Hasan, Baba İlyas ve Baba İshak da benzer şekilde felsefik ve ritüelsel alanda bir şeyler yapmamışlar, sistem oluşturmamışlardır. Dikkat edersen uygulamalarda tarihi açıdan böyle bir piramit oluşturmuş. Bu konuda elde yeterli belge yok. Ama bilinçli olarak sistemi oluşturan, yolağı felsefi ve ritüelsel alanda kuran, bu konularda yeterli, örgütlü çalışma yapan, yaptıran, Aleviliği kurumsallaştırma işaretleri veren ve gerçekleştiren Hacı Bektaş Veli olup bir iddiaya göre onun 360 ya da 36’ya varan ardılları ile görüşlerini tüm Anadolu’ya yaymıştır. Nesnel olarak tarihsel veriler, resmi kayıtlar onun serçeşme olduğunu söylüyor.

Bu açıklamaların ışığında Hacı Bektaş Veli ve sonrasında Anadolu’da Aleviliğin kurumsal bir yapıya kavuştuğu ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan Ocak’lar büyük çoğunluğunun Hacı Bektaş Dergâhına ve Çelebilere bağlı olmaması bu açılımı tarihsel olarak geçerli kılmamaktadır. Hacı Bektaş Veli ismi bütün ocaklarca önemli kabul edilmekle birlikte, Hacı Bektaş Dergâhına bağlı olunmaması ilginçtir. İsmail Özmen’in serçeşme olarak Hacı Bektaş Dergâhını belirlemesi geçmiş için tam olmamakla birlikte gelecek için doğrudur. Özellikle son 20-30 yıl içerisinde doruğa çıkan bu söylemin altında Alevilerin kendilerine tanınan bir mihenk taşı arama arzularının yattığı tarafımca düşünülmektedir.

Erdebil Dergâhı ve Anadolu Aleviliği

Ocaklar konusu işlenirken buna bağlı olarak Erdebil Dergâhının etkisi de görüşüldü. 15. asırda başlayan Erdebil dergâhının etkisi Anadolu Aleviliği ve Alevileri için çok önemlidir.

15. yüzyılın ilk çeyreğinden başlayarak 16.yy.ın sonlarına değin Erdebil dergâhının Anadolu’da büyük bir propaganda çalışması yaptığı biliniyor. Şeyh Cüneyt döneminde başlayan propaganda ile kuruluşu esnasında Alevi inancına olan Türkmen boylarının desteğini alan, ancak sonrasında onları ezen, hor gören Osmanlıya karşı Türkmenler bu kez Erdebil dergâhına sıcak bakıyorlar. Şeyh Cüneyt tarafından siyasi bir hüviyete bürünen Erdebil Dergâhı Anadolu Türkmenlerini yanına çekiyor. Arkasından oğlu Şeyh Haydar ve torunu Şah İsmail döneminde bu destek hızla artarak çoğalmıştır. Şah İsmail’in oğlu Şah Tahmaps’dan sonra iktidara gelen Şah III. Abbas döneminde siyaset değişikliği sonucu bu destek çekiliyor ve Anadolu ile olan bağlar zayıflıyor, ya da öyle görünüyor. Çünkü Şah Abbas, Türkmen kültürüne bağlı Alevilik yerine bugün İran’da var olan Şii İslam’ı ve Fars kültürünü, özellikle Fars bürokrasini tercih ediyor. Tıpkı büyük Selçukluların sadrazam Nizamülmülk döneminde/siyasetinde olduğu gibi, Türk egemenliğinde Fars bürokrasisi. Erdebil Dergâhı gırtlağına kadar siyasete gömülmüş, yolu, yolağı pek düşündüğü yok, Buyruğu propaganda için kullanıyor.

İsmail Özmen’in işaret ettiği gibi Osmanlı kuruluşundan 15. asra kadar Anadolu Türkmen ve Alevi kimliğini taşımaktadır. Yeniçeri ocağının Hacı Bektaş Veli ve dergâhına olan bağlılığı, Abdal Musa’nın, Geyikli Baba’nın, Somuncu Baba’nın ve daha nicelerinin Osmanlı’nın kuruluşunda ki çalışmalar bunu göstermektedir. Ahi Evren, Şeyh Edebali ile Hacı Bektaş Veli’nin ilişkileri de bunun bir başka göstergesi sayılmalıdır.

15. ve 16. asırda Erdebil dergâhı vasıtası ile Anadolu’ya politik İmamiye giriyor. Bunun karşılığı olarak da Sultan Yavuz Selim’in Mısır seferinde Anadolu’ya getirip medreselere dağıttığı 1500 Eş’ari mollası Emevi İslam’ına (skolastik İslam) bağlı görüşleri yaymaya başladı. Böylece Anadolu’da politik bir çekişme başlamış oldu. Bir tarafta Erdebil’e bağlı İmamiyye, diğer tarafta Osmanlı’ya bağlı Eş’arî tarikatının Emevi İslam’ı. Bu politik çekişmede olan yine Türkmenlere, Anadolu Alevilerine oluyor ve Yavuz Sultan Selim ile katliam, baskı, karalama, karanlık bir dönemi başlıyor. Aleviler, Türkmenler iki tarafın siyasi dövüşünün arasında kalıp eziliyorlar. İşe bir de bu yönden bakmak lazım. Kaldı ki Türk Türkü kırıp yok ediyor. Bu yöne dikkat etmeli.

İmamiyye’nin Anadolu Aleviliğine girmesi

Erdebil dergâhının Anadolu Aleviliği ve Alevileri üzerinde salt politik propagandasından söz etmek yanlış olur. Erdebil dergâhı politik çalışmaları ile birlikte kültürel çalışmalarda da bulunarak Anadolu Aleviliğine yön verdiği ve bugünkü Aleviliği oluşturduğu yönündeki düşüncemize İsmail Özmen karşı çıkıyor.

Kusura bakma, ben öyle düşünemiyorum, önce şu soruyu sormak lâzım. Safavî ailesinin politik hırsı Anadolu Türkmenlerine ve Alevilerine Erdebil dergâhının propagandası öncesinde Anadolu Aleviliğinde İmamiye’den söz etmek mümkün değil diyemeyiz. Var ama politize değil. Erdebil’in etkisi ile İmamiye yani On iki imamcılık siyaset sahnesine bir kez daha çıkıp, yayılmaya başlıyor. Öncesinde On iki imam sevgisi, saygısı var olmakla birlikte, politik ağırlıkta baskın ve görünür değil. Gerek Hacı Bektaş Veli’in Makalat’ında, Vilayetnâmesinde olsun gerekse Yunus Emre’nin mısralarında olsun İmamiyye’yi politik olarak görünmez, göremeyiz. Erdebil dergâhının etkisi ile Anadolu Aleviliğine İmamiye’nin yani On iki imamcılığın politik alanda bir araç olarak kullanıldı, giriş böyle. Durum bu. İmamiyye yolağı, Safavi ailesine propaganda aracı yapılmış. Tıpkı Osmanlı ailesinin medreseyi politik araç yapmasın da olduğu gibi. Bence bu ince noktalara çok dikkat etmek gerekir, o dönemde herkes her şeyi kendi için kullanmaya çalışıyor, öyle bir dönem işte. Ben Safavi-Osmanlı siyasi boğuşmasından en çok zarar görenlerin Alevi ve Türkmenler olduğunu rakamlarla biliyorum, kendimizi hiç aldatmayalım, bir o dönem Anadolu’suna bakalım, sonuç her yer kan, gözyaşı. Bu iki aile bizlere çok zarar vermiştir. Bu tarihsel bir gerçek, kimse kem küm etmesin hiç. Hatayi ayrı, o ozan olarak bizden. Ama annesini bile öldürten Şah İsmail ayrı, Şah olarak o bizden değil, Yavuz’la Şah İsmail bence aynı kefede, politik hırs kefesinde oturuyorlar, elleri yüzleri hep kan. Hatayi bambaşka bir kişilik. Politik Şah İsmail’e hiç benzemiyor. Doğru, fizik olarak ikisi bir ten, ayni kişi. Ama yaptıklarını görünce hayır, bunlar birbirine hiç benzemiyorlar diyoruz.

Örgütler Ocak sisteminin devamı mı?

Söyleşinin son bölümünde örgütlenme, örgütler, çalıştay, talepler kısaca gelecek konusuna değindik. İsmail Özmen, mevcut olan örgütlerin ayrılıkları bir tarafa bunların durumları konusunda önemli görüşler belirtti.

Örgütlenme bu haliyle yanlış. Çünkü dernek ve vakıflar parçalanmaya yol açmakta. Yedi kişi bir araya gelip bir dernek kurup Alevileri temsil ettiğini söylemekte. Bu da birleşmeye, bir olmaya değil, parçalanmaya neden olmakta. Aleviliği ve Alevileri temsil edecek olan dernekler ve vakıflar değil Ocaklardır. Bundan ötürü Ocak sistemini geliştirmek, değiştirmek, yeniden düzenleyip hayata geçirmek gerek. Aksi halde parçalanma hızla devam edecek, yozlaşmalar başlayacak.

Yüzyıllardır Alevileri kullanmaya çalışan siyaset ve siyasetçiler bugünde aynısını yapmakta. Dernek ve vakıflar, günümüzde siyasetin kullanma araçları olarak görev yapmakta. Aleviler toplanıp yeni oluşumlarıyla bu tehlikelere karşı hızla önlemler almalıdır

Çalıştay yararlı olur mu?

İsmail Özmen’nin bu konuda söylediklerine katılmamak elde değil. Kaleme aldığımız “Mürşitliği başkanlar yapınca” ve Karder’de de yayınlanan “Her sakallı Dede sayılmasında” isimli yazılarımda benzer noktaları işaret etmiştim.

Siyasetin ve siyasetçilerin bizleri kullanmasına engel olmak zorundayız. Ancak bu Aleviler siyasete girmesin, siyaset yapmasın veya siyasetçilerle bir araya gelmesin demek değil. Alevilerin kazanımı açısından elbette ki siyasetçilerle görüşmek ve görüş alış verişinde bulunmak gerekiyor. Bu açıdan çalıştay önemli ve gerekli. Fakat çalıştay’da taraflardan birisi olan siyasi kanadında özeleştiride bulunması, geçmişi araştırıp tarihsel gerçekleri açıklaması gerekir.

Gerçekleri dökeceklerse, tarihi nesnel olarak açıklayacaklarsa, ocaklarıma ve cemevlerime gerçek olarak yardım edeceklerse çalıştay yararlı olur. Yoksa anayasa, kanunlar, uluslararası sözleşme ve kararlar ortadayken Aleviler ne istiyor diye sormak manasızdır. Biz kin duymayız, intikam peşinde değiliz. Tarihsel gerçeklerin su yüzüne çıkartılmasını ve hukukun uygulanarak hakkımız olanların verilmesini ve doğrunun uygulanmasını istemekteyiz. Çalıştay bunları sağlayacaksa amenna, yoksa boşa kürek çekmekten öteye geçmez.

Talepler neler olmalı?

Söyleşinin sonunu Alevilerin taleplerine bıraktık. Alevilerin talepleri neler olmalı konusunda İsmail Özmen’in görüşleri ortak dili ifade ediyordu.

Siyasetçilerden dolayısıyla devletten beklediğimiz öncelikle temel haklarımızdır. Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletinde vatandaşlar neyi bekliyor, neyi istiyorsa biz de onu bekliyor ve istiyoruz. Alevilerin taleplerinin bundan başka olmayacağını düşünüyorum. Talepler nelerdir ya da neler olmalıdır diye düşünürsek;

1-Kimlik ve kişiliklerini koruyacak önlemlerin alınmasını istemeli,

2-Köylerine zorla cami yapılmasının önlenmesini istemeli,

3-İbadethaneleri olan Cem evlerinin tanınmasını, geçmişin bir özrü olarak devletçe Cem evi yapılmasını, bu konuda her türlü yardımı istemeli,

4-Dedelerinin yetişmesi ve bilgilenmesi açısından Alevi yorumuna ve yoluna uygun eğitim kurumlarının, araştırma merkezlerinin açılmasını istemeli,

5-Sadece Sünni kesimin değil, Alevi’nin Alevi’ye baskı yapmasını, bu konularda gereken önlemlerin alınmasını istemeli,

6-Dedelerimize, zakirlerimize kısaca bekçisinden temizlikçisine kadar Cem evlerimizde görev yapanlara devletin para vermesini istemeli,

Son söz

Söyleşiyi belli konular çerçevesinde yapmıştık. Söyleşinin sonunu hangi örgütümüzün görüşünü benimsediğini sorarak bitirmek istedik. Verdiği yanıt söyleşinin son noktası oldu.

Hakk-Muhammed-Ali’nin düşüncesini, fikirlerini, felsefesini, Kuran yorumunu alan, geliştiren yol’umuza felsefi ve kültürel yönden hizmet eden kim varsa ben ondan yanayım. Kim ki bunları dürüstçe yapıyor Aleviliği araştırıyor, geliştiriyor ve güzelleştiriyorsa ben onun yanındayım. Bundan ötürü Aleviliği geliştirmek ve güzelleştirmek adına çaba sarf etmeyen, siyasetin içine giren dernek ve vakıflara taraf değilim ve katılmıyorum.

Benim için önemli olan bu söyleşiyi yapmasından ötürü İsmail Özmen’e buradan bir kez daha teşekkür ediyorum. Son söz olarak onun bilgi ve fikirlerinin dikkate alınması, incelenmesi ve geliştirilmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum.

Ali Polat

04.08.2009

 
Toplam blog
: 5
: 1459
Kayıt tarihi
: 16.04.09
 
 

Suskun toplumların paylaşamadıkları ve içlerinde biriktirdikleri görüşler nedeniyle aslında patla..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara