- Kategori
- Deneme
Issız bir temmuz gecesi
halikarnas şarapçısı
00.06
Oh be, sonunda evde ve sokakta herkes uyudu, geceyle baş başa kaldım. Bir kaç sokak öteden gelen gece böceğinden başka ses işitmiyorum. Pancar motorlu tekne de avına çıkmamıştı bu gece. Bunun sebebi de sert esen rüzgar olmalıydı muhakkak. Hem sert, hem soğuk bir rüzgar hakimdi geceye. Balkonda duruyordum ama üzerim her zamanki gibi çıplak değildi. Tüylerim dikeliyordu havanın esintisinden.
Enerjiden tasarruf için sokak lambasının aydınlığında çalışıyordum. Adamlar tam da bizim balkona vurdurmuşlar sokak lambasını. Ne yapalım yani, şerefiyelerden yararlanmak lazım böyle olunca. Her neyse, iki gün önce tekrardan başladığım yazarlık günlerime ısrarla devam etmek istiyorum. Aksi halde unutup gidicem bu yetimi. Öyle ki, yazma alışkanlığını tekrar kazanmak en az bir ayını alıyor insanın oysa yıllarca yazsan bile bir günde bu alışkanlığını yitirebiliyorsun. Yine de gerçek bir yazarsan içinde öyle büyük, öyle şiddetli, öyle dayanılmaz bir dürtü oluşuyor ki; at beni dışarıya, vur beni dışarıya, kus beni, yaz beni diye zıplayıp duruyor içinde düşünceler. Sanki doğumu gelmiş bebeğin anasının karnına tekmeler sallaması gibi sancı çektiriyorlar adama.
Son bir, bir buçuk aydır iyi gibi görünmeye iyice alıştım ama bir bilseler nasıl da kötüyüm. İçimi bir görebilseler, bana şu takındığım maskeyi bir çıkarttırabilseler, nasıl rahatlıyıcam. Tiyatro oynamak istemiyorum artık, rol yapmaktan nefret ediyorum hele ki güçlü görünmek benim tarzım hiç değil. Neysem oyum ben, kime neyi kanıtlamaya çalışıyorum ki? Böyle bir egom hiç olmamıştı bugünlere kadar, kim ekti bu tohumu içime benim?
Ne yaşıyorsam onu, en fazla da birkaç süsleme sanatıyla güzelleme yapardım önceleri, peki ya şimdi neden fantezilere kaçıyorum, neden gerçeküstücülük akımına ilgi duyuyorum? Gerçekleri aştım mı yoksa gerçeklerle yüzleşmekten mi çekiniyorum? Bu ne lan..!
Bence insan güçlü görünmeye çalıştıkça güçsüzleşir, eğer ki güçsüzlüklerini, zaaflarını ulu orta sergileyebiliyorsa ve bundan en ufak kaygı, utanç, pişmanlık duymuyorsa o derece de güçlenir. Düşünsenize, dilenciler tüm düşkünlüklerini alenen sergilemeselerdi kim onlara acıyıp para verirdi? Ya da bebekler ağlamayıp acizliklerini haber vermeselerdi, hangi anne onların acıktığını anlayıp emzirirdi? Ne yazık ki, ağlamayan bebeğe meme yok bu dünyada..
Gelelim iş meselesine; bu da demin dediğimle çok yakından ilintili bir konu. Mesela, iş arayan bir insan, iş verenin karşısında kendini ne hallere sokuyor işi kapmak için. O insanın sokaktaki dilenciden ne farkı var Allah aşkına? Keza, devletten iş bekliyorsun, yıllar boyunca ya da çok şanslıysan en az bir yıl sınava hazırlık kahrı çekiyorsun. Ağlayan bebekten ne farkın var?
Her şey, kendinden nefret ettirilmek üzere kurulmuş bir düzende devam ediyor. Eninde sonunda illallah ediyorlar; çalıştığı en iyi iş de olsa, sevdiği en güzel insan da olsa, bindiği en güzel araba, oturduğu en güzel ev, yaşadığı en güzel şehir, takıldığı en kafa arkadaşları da olsa gün geliyor hepsinden dert yanmıyor mu insanlar? Neden mi böyle işliyor düzen? Cevabı çok basit, kapitalizm insanların böyle olmasını istiyor çünkü. Her şeyden çabuk sıkılıp, her şeyi bir an önce tüketmesini, böylece yenilerini almasını empoze ediyor. Bu psikolojik bir deneyden ziyade, psikolojik bir virüstür. Bu virüs sayesinde zenginler daha da zengin, halk daha da bencil, daha da yoksul, daha da mutsuz olmaya itiliyor. Üstelik, bu gerçekleri yüzüne vurduğunda, seninle dalga geçebilecek kadar da entelektüel hissediyorlar kendilerini. En korkunç olanı da bu bence.
Bırakalım şimdi insanları, her koyun kendi bacağından asılır nasılsa, diyeceğim ama gönlüm el vermiyor, beynim kabul edemiyor bir türlü bu sözü. Kelebek etkisine o kadar güçlü inanıyorum ki, bir istatistikçi olarak en küçük olasılıkların bile hayata nasıl büyük etkiler yapabileceğini çoğu kez görmüş, matematiksel olarak hesaplamışım çünkü. Bazen o kadar küçük oluyor ki bu olasılıklar, göz önünde bulundurmak şöyle dursun aklımızın ucundan bile geçmediği için olayın nerden kaynaklandığı konusunda yanıtsız kalıyoruz. Modele dahil etmediğimiz her parametre bize hata payı olarak geri dönüyor. Bu hata payları, geri dönüşü olmayan hayati olaylarda çok pahalıya patlıyor işte.
Diyeceğim o ki, insanları kendi hallerine bıraksak bile, dönüp dolaşıp onların yaptıklarından etkileniyoruz. Misal, bir seçim oluyor ülkede ve o insanların kararlarıyla yönetiliyoruz. Bence bu hiç adil değil. Eğitimsiz insanların davranışlarından dolayı, bir çok insanımız hayatlarını bile kaybediyor mesela. Öleni ve olanı geriye getiremezsin, bu yüzden çok dikkatli hareket etmelisin. Atacağın her adımı mayınlı tarlada yürüyormuşçasına atmalısın. Bir diğer taraftansa asla korkup da geri dönmemelisin. Çünkü geriye dönmeye kalkarsan ıskaladığın mayınları patlatma olasılığını artırmış olursun.
Halikarnas Şarapçısı