Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Haziran '08

 
Kategori
Kentleşme
 

İstanbul aşığı, Türkiye sevdalısından uyarılar

İstanbul aşığı, Türkiye sevdalısından uyarılar
 

Aman dostlar! Başlığa bakıp, beni, doğma-büyüme İstanbullu sanmayın! Hatta bu yaşıma kadar İstanbul il sınırları içerisinde ya da çevresinde muhtarda kaydım dahi olmadı. Sadece, ilki, 1992 yılı başlarında, henüz 22 yaşımdayken olmak üzere -ki o zaman bir hayli heyecanlı ve ürkek olmuştu tanışmam- iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda ve felsefi olarak oldukça yoğun geçen ziyaretlerim oldu. Bu ziyaretlerimin çoğunu da, Almanya’da bulunduğum 9 yıllık süre içerisinde Atatürk Havalimanında yaptığım aktarmalar sırasında yaşadım. Sadece geçen yıl (2007), Mart-Mayıs ayları arasında 3 ay boyunca İstanbul’da sürekli kaldım ve böylece, birbirimizi daha yakından tanıma fırsatı bulduk çığırların açılıp, kapandığı, iki kıtayı birbirine bağlayan koca kentle… O bulunduğum 3 ay içerisinde, kentin ruhunu içime çekmek için gece yarılarına kadar kentin eski ve tarihi bölgelerinde dolaştım.

Aslında şu soruyu sorarım hep kendime; “İstanbul’un hormonlu olduğu şüphe götürmeyecek bir biçimde bu kadar büyümesi ve ülkenin kaynaklarını hep kendi elinde toplaması sadece ülkenin diğer kısımları için mi yoksa İstanbul için de kötü sonuçlar doğurur?” diye… Cevabı hemen vereyim; bu yapı İstanbul’u ve çevresini, yani, dünyanın en güzel kentlerinden bir tanesini ve çevresini yaşanamaz bir hale sokuyor… Tabi ki burada aç parantez o kente benim de âşık olduğumu söylememe gerek yok, başlıktan da anlaşılacağı üzere… Ancak insan bazen, çok daha büyük acılar yaşamamak için çok sevdiği kişi ile olduğu gibi sevdiği bir kentle de arasına mesafeler koyabilmelidir, diye düşünüyorum… Sırf, sevilenler etrafındaki sun’i sevgi yumağından dolayı oluşan geriye (negatif) sarmalın etkisine girmemek ve mümkün olursa, o sevilenleri de bir gün bu sarmaldan kurtarıp alabilmek umuduyla…


Sorulabilir tabi ki “peki İstanbul bu kadar düzensiz de, neden ona âşık oluyor insan? Bak sen de olmuşsun” diye. Kendi açımdan söyleyeyim; İstanbul denen cilvelinin dış görünüşüne, kılığına kıyafetine ya da ailesine bakarak değil ruhuna âşık oldum… Sanırım İstanbul’un da en büyük şanssızlığı, aynen Orhan Pamuk’un Nobel ödülü aldığı törende yaptığı konuşmasında, aradığını söylediği çocukluğunun İstanbul’unun ruhunun çok derinlerde olup, kendisini dışarı çıkarabilecek Cumhuriyet Felsefesine sahip ruhları taşıyan insanlarla ilişkisinin yıllardır kesilmiş olmasında yatmaktadır. Hani, şu Cumhuriyet sonrasında elde ettiği ruhunun üzeri, 1950’den ve özellikle de 1980’den sonra o kente uymayan ruhlarla örtülen İstanbul’un şanssızlığından bahsediyorum… Sanırım, ben ve benim gibilerin de şanssızlığı o ruhun güzelliğini algılayıp, onun derinlerde çektiği acıları görüp, elimizden pek bir şeylerin gelmiyor olmasının acılarını içimizde hissetmemiz… Tüm çabalarımıza rağmen; tüm kendimizden vermelerimize rağmen o negatif sarmalın pek de pozitife dönmemesi… Belki de en iyisi; bu desteği geçici süreliğine kesmek ve böylece de o kentin kendi ruhunu yeniden bulmasına izin vermek gibi geliyor bana. Negatif sarmaldaki bir hastayı sürekli olarak pozitifle, sun’i olarak desteklemek, psikolojik rahatsızlıklarını psikiyatrik ilaçlarla tedavi ederek, bir kişinin gerçek kişiliğine ulaşmasının sürekli olarak ötelenmesi gibi bir durum yani bu… İstanbul ne acıdır ki ekonomisi büyüse de, sorunları ve doğada yarattığı tahribatla Türk toprakları üzerinde içimizi acıtmaya devam etmektedir.

Şimdi de “peki yıllardır bunları düşünüyorsun da neden şimdi böyle bir şey yazma ihtiyacı duydun?” şeklindeki sorunuzu duyar gibiyim. Hemen cevap vereyim… Bundan iki gün önce Türkiye’nin en büyük eğlence kompleksinin (Disneyland benzeri) İstanbul’a açılacağına dair bir haber vardı internet sayfalarında. Bu habere gelen yorumları okurken, Türkiye’nin, İstanbul konusunda bizler-ötekiler şeklinde akılla-mantıkla izah edilemeyecek bir ötekileşmeye doğru kaydığını gördüm. Çünkü günümüz imparatorluk değil, yaklaşık 90 yıldır Cumhuriyetle yaşayan insanların ruhlarının şekillendirdiği bir gerçekliği içermektedir ve insanlar, doğal olarak bazı noktalarda isyanlarını dile getirmektedirler. Yorum yazanlardan bazıları “Formula 1 pisti başka bir yere yapılacaktı, son anda İstanbul’a yapıldı. Bu ülkede İstanbul’dan başka yer yok mu” şeklinde şikâyetlerini dillendirirken, bir diğeri ise “eee olacak o kadar, bu ülkeye %70 oranında katma değer katkımız var. Siz de çalışın, siz de kazanın ve sizin de olsun… Bu kadar çok çalışıyorsak, karşılığında da eğlenmek hakkımız” biçimde bir cevapla karşılık vermişti.

Aslında her iki tarafta (bakın bu arada, ben de taraf dedim, şu andaki mevcut durumu yansıtırcasına) kendi dünyalarında haklılar… Ancak İstanbul savunuculuğu yapan arkadaşların, İstanbul’un boğulmuşluğunu/bunalmışlığını/acı çeker olduğunu görmeden duygusallıkla bu cevabı verdiklerini düşünüyorum. Onların savunduğu bugünkü yapı, benim de âşık olduğum gerçek İstanbul ruhunun derinlerde acı çekmesine yol açıyor ve o da bu bunalmışlıkla yedikçe yiyor ve hormonlu bir biçimde, yani, sun’i olarak şişiyor. İstanbul’u ekonomik olarak cazibe merkezi yapma sevdası bence ülkenin Cumhuriyet felsefesine uygun bir biçimde yol almasını da engelliyor.

Aslında, mevcut durum, Osmanlıcılığı savunan Muhafazakâr Demokratların, özellikle, 1980 sonrasında devletin yapısına girip, Osmanlıyı yeniden canlandırabilir miyiz acaba şeklinde girişimde bulunmalarının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Evet, Osmanlı dönemine baktığımızda, İstanbul’un imparatorluğun tam ortasında ve büyük bir refah bölgesi olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Ancak günümüz ortamında, ulaşım, medya, telekomünikasyon o kadar ilerlemiş ve hızlanmıştır ki insanlar Osmanlı dönemi ile karşılaştırılamayacak yoğunluk ve hızda yer değiştirebilmektedirler. Küreselleşmenin doğal bir sonucu olarak… Bunun götürüsü olarak da, “taşı toprağı altın” olarak pazarlanan ve reklamı yapılan bir kenti insani ihtiyaçları kendi doğup büyüdüğü topraklarda karşılanamayan insanlar istila edip, oraları talan etmeleri insan aklının alamayacağı bir hızda gerçekleşebilir. Nüfusun %20’sini barındıran ancak ekonominin %70’ini elinde tutan ve dünyanın en güzel şehri olabilecekken, özellikle, 1980 sonrasındaki Osmanlıcılık akımlarının etkisiyle sun’i olarak büyütülen İstanbul, ekonomik zenginliğine rağmen mutsuz ve de yalnız bir sürü insanı barındırmaktadır. Bu zenginlik, diğer kesimlerde yaşayan insanların da mutsuz olmalarına ve İstanbul’u bir çeşit rakip olarak görmelerine yol açmaktadır.

O nedenden, en acil bir biçimde İmparatorluk değil, Cumhuriyet felsefesine uygun olarak Anadolu’nun her köşesinde insanların üretim yapabileceği ve mutlu olabileceği ekonomik ve kültürel yatırımlar yapılmalıdır. Örneğin; Deri Organize Sanayi Bölgesi’nin Gebze’de değil de, hayvancılığın yaygın olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde açılabileceği kadar Cumhuriyet felsefesine sahip olduğumuzu gösterir bir biçimde hareket etmemiz gerekir. İstanbul ve çevresindeki illerin, limana yakınlığını bahane ederek, sanayi yatırımlarını oralarda yoğunlaştırarak hem ülkenin diğer kesimlerinin ekonomik yetersizlik içinde kalmasına hem de İstanbul denen güzel şehrin ruhunun bastırılmış bir biçimde yaşamak zorunda kalmasına yol açan bu yapıda ısrar edilmesinin vatana ihanete eşdeğer olduğunu düşünüyorum. Yine bir örnekle bunu açacak olursak; Almanya’nın Stuttgart kenti denize kıyısı ya da limanı olmadığı halde Mercedes, Porsche ve Bosch gibi dünya çapında ün salmış sanayi yapılarının ruhlarının ortaya çıktığı bir yerdir.

Gelin çok daha geç olmadan, Osmanlıcılık sevdamızdan vazgeçelim ve hem o güzelim İstanbul’u kurtaralım hem de o bölge dışında yaşayan insanların daha mutlu, refah seviyesi daha yüksek ve daha güvenli bir hayat sürmelerinin yolunu açalım. Bu sevdadan vazgeçmenin olumlu sonuçlar doğuracağından, isimlerimden birisinin Emin olması kadar eminim.

Doğrudur, dünyanın birçok yerinde büyük kentler mevcuttur. Ancak bu ülkelerin hiç birisinde ya da gelişmiş olanlarında diyelim nüfusun %20’sini barındıran bir kentin, ekonominin %70’ini elinde bulundurması gibi bir çarpıklık söz konusu dahi olamaz. Evet, Fransa’da da Paris, büyük ve de merkezi bir kenttir, fakat Lyon’da yaşayan orta düzeyde ekonomik gelire sahip bir insan ülke şartlarına uygun olarak Lyon’dan kalkıp, Paris’e turistik gezi yapabilir. Ancak bizde ise bu söz konusu dahi olamaz. Durum böyle iken, İstanbul’u ve çevresini mevcut durumu ile korumaya çalışmanın, İstanbul’un ruhunu da boğduğundan, sıktığından, elini-kolunu bağladığından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Ekonominin %70’inin elinde bulunduran İstanbul’a nüfusun %70’ine karşılık gelen 50 milyon insanı yerleştiremeyeceğimize göre, bunun tam tersini yapmak sizce de en akla-mantığa yatan çözüm değil midir?

Gelin acı çektirmeyin artık şu güzelim şehrin, benim de âşık olduğum ruhuna… Onu huzura kavuştururken, Türkiye’nin diğer kentlerini de Cumhuriyet felsefesine en uygun olan şekilde mutlu edeceğinizi de unutmadan bir an evvel girişimlerde bulunun. Yoksa vakit çok geç olabilir.

 
Toplam blog
: 128
: 898
Kayıt tarihi
: 26.01.07
 
 

Kimim? Nereden gelir, nereye giderim?29 Kasım 1970 tarihinde Türkiye'nin Doğu-Batı geçiş yolunun en ..