Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Kasım '08

 
Kategori
Anılar
 

İstanbul bana mutluluk vermemiş

İstanbul bana mutluluk vermemiş
 

Henüz çocuk yaşımda anlamaya başlamıştım, babam ve maliye memuru olan ablamın konuşmadıklarını.
Babamın bulunduğu hemen hiçbir ortamda bulunmazdı ablam.
Ve babamda dikkat ederdi, ablamla karşı karşıya gelmemeye.
Babamın evde olduğu saatlerde, ablam bir başka odaya geçer, orada otururdu.
Devrisi gün sabah erkenden işine gider, akşam tekrar aynı görüntü tekrarlanırdı.
Yaklaşık on yıl süren bir küslük.
Belki daha da fazla.
Ama ben fiilen bu küslüğe yedi yıl tanıklık ettim.


İlk kez çalışmaya başladığımda, henüz orta birinci sınıf öğrencisiydim.
Ve aynı dönemin yaz tatilinde oturduğumuz evin alt katında bulunan iki dükkân ve bir bodrum katından oluşan bulaşık teli atölyesiydi ilk işyerim.
İki ortaklı işletmenin sahiplerinden birisi Museviydi.
Adı Mordo’y du.
Soy ismini hiç öğrenemedim.
Diğer ortak ise Zeki Bey isiminde bir Müslümandı.

Bulaşık teli imalatında çalışmak hayli ilginçti.
Ve mahallemizin evde oturan genç kızları, ağırlıklı olarak bu işyerinde çalışırdı.
Ne var ki hayli pis bir işti.
Heyecanla başladığım bu iş, ikinci haftasından itibaren çekilmez bir hal aldı.
Çünkü ağzımdan çıkan tükürüğün rengi simsiyahtı.
Burun içerisi sıvısı keza siyahlara bezenmişti.
Hammaddesi demir ve çelik tozuydu.
Atölye kanser mikrobunun en has yayılma ortamıydı.
Ve ben yaz tatilini burada çalışarak geçirmiştim.

Henüz 12 Eylül darbesinin balyozu inmeye devam ediyordu.
Ve dört ablamdan, babamla küs olan maliye memuru olan ablam, 1402’lik olarak Eskişehir’e tayin edilmişti.
Yani bir sürgündü.
İstanbul il sınırları içerisinde kamu personeli olarak çalışması yasaktı.
Ablam ve ailem için şok etkisi yapmıştı bu tayin işi.


Orta ikinci sınıfa başladığımda, pek de keyifli olmayan bir durumla karşı karşıya kalmıştık.
Ve aradan geçen bir yıllık zaman sonrasında, ablam, Milli Piyango idaresine geçerek İstanbul’a tayinini çıkartmıştı.
Ama babamla olan küslükleri aynen devam ediyordu.
Ve bir akşam eve gittiğimde babam hayli sıkıntılı bir şekilde evde oturuyordu.
Sebebini sorduğumda, verdiği yanıt hayli can sıkıntısı yaratan bir yanıttı.
Ablamı gözaltına almışlardı.
Daire müdürü haber vermiş.
Öğle saatlerinde gelen sivil polisler ablamı alıp, götürmüşler.
Nereye götürüldüğü belli değildi.
Neden götürüldüğü belli değildi.
Ve devrisi gün babam, işini gücünü bırakarak ablamın izini sürmeye başladı.
Ne var ki her hangi bir haber ve her hangi bir iz yoktu.
Bir sonraki gün de durum aynıydı.
Ve diğer günler de.
Akşam eve geldiğimde annem ve babamın yüzü asık bir şekilde bir köşeye çekilip oturduklarına tanık olurdum.
Bir şey yapamamanın çaresizliği yüzlerine yansıyordu.

Yaklaşık iki ayın sonunda, tesadüfler sonucu babamı tanıyan bir polis müdürünün verdiği bilgi ile ablamın birinci şubede gözetim altında olduğunu öğrenebildik.
Sadece gözetim altında olduğuydu öğrendiğimiz şey.
Ve bu bilgiyi veren polis müdürü, 1960’lı yıllarda babamla Bursa’da bir vesile ile tanışmışlar.
Ve babamı isminden ve kimliğinden tahmin ederek odasına çağırtmış.
Ablamın gözetim altında olduğu bilgisini vermiş.
Daha ötesi yok.

Aynı dönem evimizde huzursuzluk diz boyu olmuştu.
Ailenin en küçük çocuğu olmam ve ağabeycin bir başka şehirde üniversite de okuyor olması, bir diğer ablamın Ankara’da görev yapıyor olması ve en büyük iki ablamın da evli olmaları sebebi ile annem ile babamın yaşadığı gerilim, endişe ve kaygı dolu anları en yakından takip eden ve paylaşan ben oluyordum.
Ve tarifi imkânsız bir endişe içerisindeydik.

Üç ayın sonunda ancak ablamdan net bir haber alabildik.
Ve mahkemeye çıkarılmış, metris cezaevine gönderilmiş.
Annem ve babam her her Perşembe günü hazırlık yapar ve görüş saatinde cezaevinin kapısında olurlardı.
Bense aynı dönemde, hem okula gidiyordum.
Hem de kargo da yarım gün çalışıyordum.
Bir taraftan kaygı.
Bir taraftan endişe.
Ve diğer bir taraftan tarifsiz bir sıkıntı hakimdi ruh halime.

Babam ve ablam uzun yıllar sonra ilk görüş gününde konuşmuşlardı.
Ben görmedim ama tahmin ediyordum.

Aylar sonra bir akşam evimizin sokağına girdiğimde, evimizin önünden hareket eden bir ekip otosu yanımdan geçti.
Ne olup bittiğini merak etmiştim.
Ve hızla apartmana girdim.
Dördüncü kata çıktım ve evin ziline bastım.
Kapı açıldığında içerisi bir hayli kalabalıktı.
Apartmandaki diğer komşularımızda gelmişti.
Ve bir köşede ablam, ağlayarak başından geçenleri anlatıyordu.
Bir diğer tarafta babam ve annem.
Bir başka tarafta komşularımız.
Merakla ablamın anlattıklarını dinliyorlardı.

Bu olaydan sonra babam ve ablamın kronikleşen küslükleri son bulmuştu.

Ne var ki bizler ağır bir travma geçirmiştik.
Özellikle ben.
Hem okul.
Hem iş.
Sonuçta okula ara vermek zorunda kaldım.
Konfeksiyon atölyelerinde çalıştım.
Orada burada ayak işlerinde çalıştım.
Ve devlet memurluğundan ayrılan ablam, muhasebe bürosu açınca, birlikte çalışmaya başladık.

Bir şekilde eğitim hayatına tekrar atılmam gerekiyordu.
Ama nasıl?
O dönemde karşıma akşam lisesi çıktı.
Zeytinburnu Akşam Ticaret Lisesine kayıt yaptırdım.

Bu defa gündüz çalışıyordum.
Gece okula gidiyordum.
Günde istisnasız altı araç değiştirerek bu eylemleri gerçekleştiriyordum.
Dört yıllık bir liseydi.
Ve daha okulun ilk aylarında “dört yıl nasıl geçer” sorusu beynimi kemiriyordu.
Dört yıllık emeği mutlaka üniversite ile devam ettirmek şarttı.
Salt bunu ben düşünmüyordum.
Sınıftaki diğer bütün arkadaşlar aynı hedefe kilitlenmişti.
Okulun ilk yarıyılı geldiğinde, tüberküloz olmuştum.
Yoğun tempoyu taşıyamaz hale geldim.
Ve bir deri, bir kemiğe dönüşmüştüm.
Ne yemek yiyebiliyordum.
Ne doğru dürüst dinlenebiliyordum.
Ve bunlara karşın bir de müzikle uğraşıyordum.
Gece eve geldiğimde en az iki saatimi bağlamaya ayırıyordum.
Ve günde beş saat uyuyarak geçen tam dört yıl.
Ardından üniversite.
Ve tekrar çalışıp, okuyarak devam ede gelen bir yaşam.
Ne zaman okula gidiyordum belli değildi.
Ne zaman çalışıyordum?
Oda belli değildi.
Artık nevrim iyiden iyiye döndü.

Ve üniversiteyi bitirdiğimde, bir de bakmışım soluğu Antalya’da almışım.
Antalya’ya yerleşmek sanırım hayatımın en doğru kararı oldu.
Şu ana kadarki somut gösterge bu yönde.
Çünkü
Her ne kadar İstanbul’u o denli çok sevmeme rağmen, geriye dönüp baktığımda, İstanbul’da çok da mutlu geçen bir zamanım olmamış.
Gerek ekonomik anlamda.
Gerekse de sosyal anlamda.

Dolu dolu bir hayat olmuş.
Ama mutlu bir hayat mı olmuş?
Hayır.
Hatırladığım en önemli şey sürekli parasız olmamdı.
Öğrenciydim ama çalışıyordum.
Ne var ki en iyi hatırladığım şey keyifle bir tost bile yiyemediğim.
Veya bir çay dahi içerken hesap yapmak gibi bir zorunluluk hissetmemdi.
Gazete alırken bile birçok defa düşünmek zorunda kalıyordum.
Bu salt bana özgü bir durum değildi.
Sınıfımdaki bütün arkadaşlarımın ortak sorunuydu.
Gerek lisede olsun.
Gerekse de üniversitede olsun.
Hemen herkes ciddi anlamda ekonomik sorun yaşardı.

Zaman zaman düşünürüm.
“İstanbul’da kalsaydım hayatım nasıl olurdu” diye.
Ve biraz derinlemesine düşündüğümde, İstanbul’un bana hiç de mutluluk vermediği suratıma tokat gibi iniyor.


 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..