Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Haziran '09

 
Kategori
İstanbul
 

İstanbul'da Yaşıyor Olsaydım -1-

İstanbul'da Yaşıyor Olsaydım -1-
 

Önce kütüphaneden henüz aldığım ama bi türlü okumaya fırsat bulamadığım kitabımı çantama atardım.

Sonra soluğu Sultanahmet’te alırdım. Seyir banklarında Sultanahmet Camii yönüne doğru oturur, uzun uzun camiinin muhteşem yapısını izler, mimarı Sedefkâr Mehmet Ağa’ya övgüler yağdırırdım. Sanat şahaserini beynimin en ücrada kalmış hücresine kadar kazıdıktan sonra, bu kez Ayasofya yönüne döner, aynı işlemi Ayasofya içinde yapardım.

Her ne kadar asfaltın sıcağı yüzüme dalga dalga vursa da, ben masmavi gökyüzündeki bembeyaz bulutların güzelliğiyle birlikte, ara ara denizden gelen esintiyle Topkapı Sarayı’nın Bab-û Hümayûn kapısından, Viyana’ya kadar gidilmiş ağaçlı yoldan saraya giriş yapardım. -Bu yol ki; dünyadaki nice büyük devletlere meydan okuyan fermanlar buradan muhatabına ulaşmıştır.

Saraya girmek için, bilet kuyruğuna girer, önce hazine dairesine doğru yol alırdım. Hazine dairesinde tüylerim diken diken olur; padişahların savaşa giderken giydiği tılsımlı gömleklere gözlerim yuvalarından fırlamış halde bakar, Fatih Sultan Mehmet’in giysilerine, öldüğünde üzerinden makasla kesilerek çıkarılmış giysisine bakarken lise derslerindeki şekil 1-a, şekil 1-b deki fotoğraflar birden canlanır, ben zaman tünelinden hızla 14.. yıllara ışınlanırdırdım. Yanımdaki onca ziyaretçi yok olur; sanki bir ben varımdır bir de o yıllarda sarayda yaşayanlar.

Bana orada yaşayan cariyelerden birinin kanı kaynamışdır da, mihmandarlık yapıyor hissine kapılırım, o loş ve soğuk koridorlarda.

Der ki; “ahhh bilemezsin buralardan ne zeki, cilveli, fettan, güzel, duygulu, içli cariyeler geçti. Ne padişahlar, ne vezirler, sadrazamlar entrikalara kurban gitti, acı çektiler. Bununla birlikte sanma ki, hep acılar kederler vardı, ne sevinçli doğumlar, aşklar, kazanılmış topraklar neler neleeerrr oldu. Ahh bunlar anlatılmaz aslında, yaşanır dedirten cinsindendi.

Kaşıkçı elması, vaftizci Yahya’nın kesik kolu, Hz. Muhammed’in eşyalarına ait kutsal emanetler bölümü. –Ki dörtyüz küsür yıl boyunca aralıksız kuran-ı kerim okunan bölümdür. …durmaksızın haftanın yedi günü günün yirmidört saati.

Bu bölüm bazı insanların garip davranışları nedeniyle sinirlendirir de beni. Dinibütün! olan bazı kişiler, sakal-ı şerif, peygamberimizin ayak izi, kılıcının bulunduğu bölümlerde ne kadar fazla kalırlarsa sevap! hanelerine +++++ atılacakmış gibi mıhlanıp kalmalarından, üstüne yetmezmiş gibi bir de ellerindeki dijital makinayla durmadan fotoğraf çekmeye çalışmaları bana bilâkis büyük bir saygısızlık olarak gelir ve acayip gıcık, sinir bilumum ne varsa olurum.

Osmanlı’yı anlatan bu saray aslında, dünyadaki diğer saraylar gibi ulu ve süslü mimarisiyle insanı küçültmez. Sadece 600.000 metrekare içindeki doğa harikası bahçesi –avlusu- içindeki köşkler, odalar, koğuşlar, havuzlar, kütüphanelerle Osmanlı’nın hem gücünü bununla birlikte hayatın gelip geçici ve lüksün ve debdebenin gereksiz olduğunu da anımsatır.

Kutsal emanetlerden çıktıktan sonra terasa çıkıp, eşsiz manzarayı seyre dalarken, bu manzara İstanbul’un başka bir köşesinde var mıdır bilmem ama “bir saray ancak bu kadar güzel yere yapılır” hissiyatını doğurur bende.

Sadece İstanbul değil, Marmara’da ayaklar altındadır. Bir de neffiss rüzgâr esiyorsa, o anda insan başka ne isteyebilir ki???

Bu kadar gezdikten sonra yorulurum haliyle. Hiçbir entrika yapmama gerek olmadan bugün girdiğim sarayın bahçesine, ayakkabılarımı çıkarıp, çimlerin üzerinde yürüyerek, bir ağaç altını seçerim kendime. Sırtımı ağacın kocaman şefkatli gövdesine yaslayıp, gözlerimi kapatırım. Hayallerimi ortaya salar, biraz oyun oynarım. Yaprakların senfonisine, kuşlar güzel sesleri ile eşlik eder. Arada kargalar çatlak sesleri ile bu senfoniyi bozarlar. Carrrkkkk, carkkkkkkk….

Habire bişeyler anlatmak istiyorlardır. “Tamam yaa karga, büyüğümüzsün, sarayın gediklisisin, saygımız sonsuz ama bu kadar da konuşma beybaba, bi kitap okuyalım, bi kafa dinleyelim şurda serin serin” derim. Hıh arada susar gibi olur. Biraz dinlendikten sonra kitabımı çantamdan çıkarıp okumaya başlarım.

Offf çimlerin üzerinde, bir ağacın gölgesinde kitap okumak ne kadar keyiflidir, çok yorulmuşsam 10 dakikalık şekerleme bile yapabilirim. Belki rüya bile görürüm, kimbilir?

ŞİMDİ İSTANBUL’DA OLMAK VARDI

Şimdi İstanbul’da olmak vardı

Baharın akşam serinliğinde

Taksim’den başlayıp yürüyerek

Kalabalıklar arasında olmak vardı

Dünyanın en güzel pazarı,

Balık pazarını gezmek

Ardından Çiçek pasajına gidip

Bir boş masaya oturmak vardı

Beyaz peynir göbek salata

Bir de aslan sütünü koyup

Mevsimindeyse kavun ile

Şimdi orda olmak vardı

Ağır ağır içeceksin rakını

Geçmiş dostlarını düşünerek

Şimdi aramızda olmayan

Dostlarla olmak vardı

İkinci ufak gelince masaya

Keyfin iyice artacak

Mazinin karanlıklarında kalan

Gönül dostlarınla olmak vardı

ÜLKÜ YILMAZ

www.360tr.com/topkapi/index.htm

 
Toplam blog
: 246
: 1012
Kayıt tarihi
: 15.02.08
 
 

..