Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Temmuz '07

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

İstanbul'dan Portsmouth'a renkli bir seyahat: 1

İstanbul'dan Portsmouth'a renkli bir seyahat: 1
 

İstanbul’dan Londra’ya kara yoluyla gitmemiz gerekiyordu. Hemen bilge internete başvurduk. Bize alternatifler sundu. Ama bize cazip gelen iki seçenek vardı: ya Çeşme’ den İtalya’ nın Ancona veya Brindizi Limanına gemiyle gidip, oradan trenle Paris’e ve yine trenle Manş Tünelinden geçerek Londra’ya ulaşacaktık.

Almanya’ya otobüsle gitme kararı verdiğimizde, seçeneğimizin birkaç firmayla sınırlı olduğunu görmüştük. Güzergah olarak Yunanistan-İtalya-Avusturya-Almanya yolunu kullanacaktık. Bu ondokuz saatlik bir otobüs yolculuğu, peşinden İtalya’nın Ancona kentine onaltı saatlik feribot yolculuğu ve peşinden de ondokuz saatlik bir otobüs yolculuğu daha demekti.

İşte size bu uzun gezinin notlarını ve sonrasında da İngiltere günlüğümü bölüm bölüm ileteceğim.
3 Temmuz Salı gecesi 23.00’te yola çıktık. Kızımın bulutlanan yüzünü, birkaç dostun uğurlamasını ve Esenler Otogar’ının gece sakinliğini ardımızda bırakıp, iki katlı otobüsümüzün alt katındaki masalı bölüme oturduğumuzda, ömrümüzün bu zamana kadarki kısmının en uzun kara yolculuğu da başlamış oldu. Alt katta diğer masalı koltuklarda ondokuz aylık oğulları ‘Aydın’la genç bir çift ve 41 yıllık Londralı ama hala nereli olduğuna karar verememiş bir hanımefendi yol arkadaşımız idi. Bir de gün görmüş devletin isimsiz kahramanlarından bir beyefendi vardı.

Üst kattakiler sanki başka bir otobüste gibiydiler. Ancak molalarda karşılaşacaktık onlarla.

Otobüsteki yolcuların ezici çoğunluğunun –yani onbeş kişi ediyor- ortak yönü neydi biliyor musunuz?

Uçak fobisi.

Bunca yola bu yüzden katlanıyorlardı. Hem de bir çoğu yıllardır aynı şeyi yapıyordu.

Birisi “beş on seansta bu korkuyu yeniyorlarmış, ama benden geçti” diyordu. İngiltere’de yaşayan hanım ise öyküsünü şöyle anlattı: “Bir kız arkadaşımla birlikte Antalya’da tatildeydik. 1961 yılının yazıydı. Sabahleyin uyanamadığımız için uçağımızı kaçırdık. Ve o uçak Ankara yakınlarında dağa çakıldı. O gün bugündür uçağa binemedim, bir Amerika yolculuğu dışında”. Aydın’ın babası gülümseyerek bir defasında bir havayolu şirketinin genel müdürüyle nasıl yolculuk yaptıklarını anlatıyordu. Düşünebiliyor musunuz? Havayolu şirketi yöneticisi uçağa binemiyor. Bir başka genç baba da eşiyle kızını uçakla göndermiş, kendisi oğluyla otobüsle dönüyordu Almanya’ya. Oğul babasını yalnız bırakmak istememişti. Sıkıntıdan hiç eksikliğini hissetmediğimiz tünellerin her birine girdikçe “uuuu” diye uluyordu çocuk…

Tekirdağ’ın –sanıyorum sırf vefa eseri olarak- bölünmüş yolundan geri dönülüp birkaç kilometre gelindikten sonra mola verilen Köşk Restoran’ın pek köşklüğü kalmamıştı. Masalardaki örtüler, lambalar ve duvarlar ‘siz bizi gençliğimizde görecektiniz’ der gibiydi.

Yaşar Kaptan çok gün görmüş, çok direksiyon sallamış, bir çok devlet büyüğünü otobüsünde misafir etmişti. Muavinimiz bu kisve altında Almanya’ya kapağı atmak üzere yola çıkmış bir gencimizdi. ‘İstikrarın korunması’ için AKP’ye oy verdiğini tüm yolculara değişik vesilelerle izah etti. Bu arada kadim CHP’li bir yolcuyla yolları kesişince, otobüsün üst katında uzun bir siyaset tartışması başlamış oldu. Saat 04.00 sularında İpsala gümrüğüne ulaştığımızda, biz ve bir tur otobüsünden başka kimsecikler yoktur. Bu arada tur otobüsünün yolcularından Londra’ya kadar dokuz günde giden otobüs de bulunduğunu öğrenmiş oldum.

Öncelikle artık görevli görevsiz herkesin konut fonu olarak 15 YTL ödediğini öğrendim. Sonrasında da Türkiye’deki seçmen listesinden isimlerimizi sildirmediğimiz için gümrükte oy kullanamayacağımızı öğrendim ve üzüldüm. Maalesef dengeleri değiştirecek iki oydan yoksun kalmıştı Türk demokrasisi!

Kola, su, içki ve sigaradan oluşan ‘bahşiş’ karşılığında valizleri aramadı bile Yunan gümrükçüleri. Ama nedense bizim uykucu bebek Aydın’ı mutlaka otobüsten indirip görmek istediler. Sanıyorum o yaşta ülkeden kaçmayı planladığını düşünmüşlerdi! Bebek Aydın da Yunan denetiminden masum gülümsemesiyle onay aldıktan sonra seyahatin Yunanistan bölümü başlamış oldu. Coğrafya pek değişmemişti. Kavala’da küçücük bir kafeterya’da –yolculuğumuzun en tipik özelliği hiç büyük bir dinlenme tesisinde mola vermemiş olmamızdı. Bunun nedeni bu güzergahta bu tür tesisler olmaması mı yoksa kaptanlarımızın vefası mı olduğunu soramadım- ilk molamızı verdik. Orada ilk dikkatimi çeken yol kenarlarındaki küçük ikonların yer aldığı camlı kutulardı. Birinin içindeki içecek, erişte ve buğday, bu yerlerin yolcuların dua etmesi yanı sıra bereket duası amacıyla da kullanıldığını gösteriyordu.

Yunanistan, Avrupa Birliğinin kaynaklarını nasıl tükettiğini bize her yeri kaplayan otoyol ve sayısını bile tutamadığım uzun tünellerle kanıtlıyordu. İçimi bir ferahlık kaplamıştı. Öyle ya böylesine güzel otobanlarla Adriyatik kıyısına çok rahat ulaşabilirdik. Yolculuğun moladan sonraki üçüncü saatinden itibaren coğrafya ve yollar değişti. Tamamen dağlık bir arazide ve inşaat çalışmaları yeni başlamış otobanların yanından giden yollarda ilerlemeye başladık. Eskiden Maraş’tan Adana’ya seyahat edenlerin Toroslarda yaşadığına benzer, bir anda bir çok dönemecin göründüğü bir tırmanma-inme-tekrar tırmanma sürecine girdik. Birkaç saat sonra, kaptanımızın ‘güzel bir kayak merkezi’ dediği, yine küçük bir restoranda mola verdiğimizde artık zirveye geldiğimizi düşünerek rahatlamıştım.

Bu lokantada domuzlar, bifteklerle birlikte car kebabı kıvamında döne döne pişiyorlardı. İri biberlerden oluşan biber dolması dışında yiyecek bir şey bulamadım. Eşim ise her yerde bol bulunacağına dair yanlış bir inanca sahip olduğu yoğurdu bulamayınca hayal kırıklığına uğradı. Allah’tan kayınvalidemin yaprak sarması, eşimin ısrarla buldurduğu kısa bagetlere yaptırdığı sandviçler ve ev yapımı kurabiyelerden oluşan azığımız vardı. Otobüse binince onlara saldırdık.

Zirveden iniş macerasının yarım saat süreceğini beklerken, üçbuçuk saatlik içmeden sarhoş eden bir iniş çıkış ve dönüş macerasına dalıverdik. Yollar öylesine dardı ki, iki katlı otobüsümüzün nasıl döndüğüne ben bile akıl erdiremedim. O sarhoşluk içinde uyuyakalmışım. Uykumda uçurumlarda bir o yana bir bu yana savrulup duruyordum. Meğer başım cama inip duruyormuş.

Kaptanın göl şehri olarak tanımladığı Yanya’yı hayal meyal uykuyla karışık anımsıyorum. Sonrası yine dağlık bir yoldu. Ama bütün bu dağlık yol boyunca tünel ve otoyol inşaatları hiç bitmemişti. Avrupa Birliğinin tüm kaynakları tükenene kadar da bitecek gibi görünmüyordu!

* Kültürel ve coğrafi bilgilerle, yer isimleriyle ve tarihsel anekdotlarla zenginleştirilmiş bir gezi yazısı umanları peşinen uyarayım: maalesef bu öyle bir yazı değil. Bu daha çok ‘bir şekilde Londra’ya ulaşayım da nasıl olursa öyle olsun diyen, dolaysıyla ön hazırlık yapmamış ve Avrupa’nın o bölgesini hiç tanımayan bir amatörün, ‘cahil yolcu’nun günlüğü. Bunun için peşinen özür diliyorum.

 
Toplam blog
: 51
: 2739
Kayıt tarihi
: 15.07.06
 
 

1961 yılında Çorum’un Osmancık ilçesinde dünyaya geldim. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde li..