Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Ağustos '06

     
    Kategori
    Gündelik Yaşam
     

    İstanbul ve Ertâ ağacı

    Ertâ ağacı kokusu sinmiş bu Temmuz ayında İstanbul’un üstüne. Bilmem hiç gördünüz mü? Gerçi öyle görünesi, albenili, bilinen, masallara konu olmuş, anlamlar yüklenmiş bir ağaç değildir. Hani erguvanlar gibi değildir demek istediğim. Erguvanlar beklenir baharda; o muhteşem mor huzuru görülmek istenir. Bambaşka şeyler, yeni güzel bir şeyler olunacağına inanılır her bahar kırk günlük erguvan şöleninde.

    Oysa ertâ ağaçları sıradan, basit, bilinmeyen, merak edilmeyen, onlarca ağacın arasında fark edilmesi zor bir ağaçtır. Durup iyice bakmak lazım; diğerlerinden ne kadar uzun, ne kadar sağlam, ne kadar içindekilerini gizleyen, ne kadar başına buyruk, ne kadar yalnız, ne kadar hoş kokular yaydığını anlayabilmek için. Bir de yeteri kadar sevilmediğini, eski İstanbullu dedeniz anlatmıştır.

    Bu; yaz mı bahar mı olduğu anlaşılmayan Temmuz ayında koca bir adamın canı çok yanmış İstanbul’da. Her sabah bu şehrin kirine pasına, o devasa büyüklerine hazırlanırken; traş olunan aynanın karşısında belki seneye diye ertelemiş bütün gitmelerini. Şimdi “alıp başımı çekip gitseydim keşke” ya da; “Her hallerinden güvenilmemesi gereken onca insana nasıl güvendim” ya da; “Nasıl bu kadar aptal olabildim” ya da ; “bu işin hangi ucundan tutarak halledeceğim” ya da; ”halledecek miyim? Nasıl? Gücüm tükendi tükeniyor”... Ya da diş bileyip bütün o insanlara-olaylara vakt-i zamanı geldiğinde, sırasıyla hepsine hesap sormak düşüyor aklına, yumruklarını sıkarak.

    Yarım ayın kızıla boyandığı o Temmuz gecesinde; bir kız ömründe ilk kez mavi bir eşarp altında yüreği biraz ferahlasın diye dualar eder Sultanahmet Cami’de. Hayatta ilk kez “elden bir şey gelmiyor ne çare”; beklemenin ve iyi şeyler düşünmenin tek seçenek olduğunu kabullenir gözlerinden inen yaşlar ile. Tek bir sarılışa tek bir cümleye adak adar. Bütün duaları nerede olduğu bilinmeyen koca bir adam içindir. Sadece o koca adamın yüreği ferahlasın, derdini tasasını atlatabilsin, bir tren gibi rayından çıkan hayatını yoluna koyabilsin, ve tekrar elini tutsun diye eder bütün dualarını.

    Kavuşulmaya birkaç gün kalmışken; bir hain kurşunla uçup giden gencecik askerin ateşi düşer İstanbul’un arka sokaklarında adı pek de bilinmeyen bir mahalledeki o kiremit rengi eve. Bir ananın bağrı yanar. Hatta öyle yanar ki sesini kesmiştir yüreğinin ateşi. “Vatan için şehit oldu” derler. Rütbeli askerler gelip elini öperler, pek bir görkemli uğurlanır oğlu. Anlamaz. Ana yüreği yanar, yanar da sesi çıkmaz, çıkamaz. Temmuz’un en yıldızlı gecesinde, ömründe ilk kez isyan eder. Kenarı boncuk oyalı beyaz başörtüsünü başından çekip, oğlunun bebeklik çoraplarını koklayarak isyan eder, her gün beş vakit namazda önünde secde ettiğine…

    Buğulu sesi ile genç bir kadın “Dertli bağrımda camdan bir kalp var” der bir piyanonun eşliğinde. Genç bir yazar yeni öyküsünü yazar bu şarkı çalarken. Başka bir kadın terk ettiği sevgilisinin evinin önünde dolaşır aynı şarkı ile. Geleceğe ait kareler gören kalp gözü açık bir genç kadın huzurla koyar başını yastığına bu şarkıyı mırıldayarak. Karısını ve çocuklarını güvenli, korunaklı sitesinde bırakan adam sevgilisinin yanına giderken bu şarkı çalar arabasında. Tiner almak için ışıklarda duran arabaların camlarında para dilenen sokak çocuklarından biri “dertli bağrımda camdan bir kalp var, ver abi iki teklik” der. İki kadın bu şarkı çalarken dolaşırlar Beyoğlu’nda ve yine aynı iki kadın bırakmak zorunda kalırlar şehri camdan kalpleri kırık. Aksaray’ın tozlu ve dar sokaklarının birindeki; bol sigara dumanlı kırmızılı bir barda bu şarkı çalarken, rakı içen dört erkekten biri, masadakilerden bir diğerini iki saat sonra bıçaklayacağından habersizdir.

    Ertâ ağacının dallarından en güzel sesli kavallar yapılırmış eskiden. Yapraklarıyla; saraylar ve paşa konaklarındaki büyük porselen siniler boyanırmış; ya da usta terziler sahtiyan boyarlarmış. İnce dalları, kokulu tütsü gibi yakılırmış kahvehanelerde. Bir de Ertâ ağacının taze yaprakları ile siyah gözlü Osmanlı cariyeleri ile, renkli esvap giyen dönemin yosmaları gözlerini boyarlarmış daha güzel, daha büyük görünsünler diye. Derler ki bu ağaca yaslanıp uyuyanlar cennette uyumuş gibi huzuru tadarlar.

    Ertâ ağacı kokusu sinmiş bu Temmuz ayında İstanbul’un üstüne. Rodin bile İstanbul’da düşünmek için bu Temmuz’u seçmiş. Bazen uzun geceli, bazen başına buyruk, bazen yalnız, bazen kederli, bazen hoş kokulu.

    Ve nedense ilk defa bu ay İstanbul yeteri kadar sevilmemiş...

     
    Toplam blog
    : 1
    : 364
    Kayıt tarihi
    : 20.08.06
     
     

    İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunuyum. Edebiyat ve yazım alanında bazı seminer ve progr..