Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ekim '10

 
Kategori
Felsefe
 

Kadıköy iskelesinde

Kadıköy iskelesinde
 

Kadıköy İskelesinde bir akşam üstü, İstanbul akıyor , dalgalar misali bir o yana bir bu yana. Kum taneleri insan olmuş, midye kabukları yolcu gemisi , Eminönü taşlanan kota dönmüş. Martı sesleri , boğazlarından geçen simit parçaları olmasa kulak yırtacak. Genizler bu yakada döner, o yakada balık kokusuyla yanıyor. Kimisi bir kez daha görmek için Kız Kulesi'ni geminin sağ yanına, kimisi de yaşamak için tarihi geminin sol yanına geçiyor usulca. Birileri görmek için sandallara alınan çinakopları, dik oturuyor koltuğunda deniz seyrediyor, diğerleri seçmek için galata kulesini, apartmanlar arasında bulmaca oynuyor. Boğaza tutku; yorgun bedenlerde , zaman mefhumunu belleklerden siliyor . Yirmibeş dakika an oluyor, dalgın bakışlar hayal penceresinde buğu oluşturuyor. Dışarısı görünmüyor artık, İstanbul içeride yaşanıyor.

Kadıköy İskelesinde bir akşam üstü , Karabatak'lar da insanlar gibi dalıyor . Kara kafalarını çıkartarak su üzerine , bir yutkunuşta indiriveriyorlar İstavrit'i , İzmarit'i midelerine. Martılar ok gibi saplanırken deryanın tam göğsüne , simitle doymayan kursaklarına bir balık daha kayıveriyor. Karanlıkların aydın avcıları karabataklarla, aydınlıkların kurnaz avcıları Martı'ların dansı başlıyor Kadıköy iskelesinden biraz ötedeki sahnede. Derinden çıkardığı balığı yutmak adına , su üstüne çıkan Karabatak, Martı'ların saldırısına uğrayıveriyor ansızın. Gemilerden atılan simit parçaları, düşünce balonları gibi yok oluyor Martı'ların kafalarında. Yeni hedef Karabatak'lar ve ağızlarındaki az önce avlanmış balık. Kaçmak için fırsatı bile olmuyor Karabatağın . Siyahla beyazın savaşı başlıyor. Beyazlar kanat darbeleriyle bitkin düşürüyorlar siyahı, siyah uçmak istiyor ama başaramıyor. Deniz uçağına benzer siyahlar, deniz üzerinden yükselirken , bir süre su üzerinde koşarlar ve ağır bir uçak gibi havalanırlar. Siyah , o koşma şansını yakalayamıyor bir türlü. Beyazlar üzerine çullanmış, emekle çıkardığı balığı almak istiyorlar. Siyah ne yardan ne de serden geçiyor. Babasının yanında olup bitenleri seyreden çocuk , bir elinde simidiyle yaşanan sahneyi işaret ediyor babasına. Küçücük yaşında hayatının ileri basamaklarında yaşayacaklarını seyrediyor belkide.

Hazıra talim etmeyen insanlar Karabatak'ları, o insanların kazançlarını sömürenler ise Martı'ları oynuyor bu perdede. Tay tay durmaya başladığı gün, yüzünde benlik gülücükleri açan gemi korkuluklarına tutunmuş çocuk , bu gün seçecek ileride oynayacağı rolü. Ya martı olacak, ağzına düşsün diye pişmiş armut, ya da Karabatak olacak ta ekmeğini taştan çıkaracak. Ya Martı olacak, hazır düşüncelerle ezbere yaşayacak hayatı, ya da Karabatak olacak dalıp ta çıkaracak gönlündeki bilinmezleri bir bir. Martıların sayısına bakılırsa ümitsizliğe düşüyor insan . Zira bir Karabatağa karşı, on Martı var bu düzende. Ümit derinde belki de, yakaladın mı balığı denizin dibinde; onu, çıkmadan yukarı sar sarmala.

Kadıköy iskelesinde bir akşam üstü, rutin vaziyette akan hayat perdesinde bir küçük kesit Dünya'yı anlatıyordu. Kumlar gibi dünya çölü üzerinde uçuşan insanlar, binerlerken onları yüzdüren midyelerine, ya Karabatak olup bir İnci tanesi olacaklar, ya da Martı olup ta kum gibi batacaklar diğerlerinin gözlerine.

 
Toplam blog
: 63
: 547
Kayıt tarihi
: 19.07.10
 
 

Bir arkeolog gözüyle dünyaya bakan, aşk gözüyle kendini kazan, can gözüyle kainatı bulan, adam gi..