Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Eylül '07

 
Kategori
Kültürler
 

Kadın ve erkek olmanın tarihi...

Kadın ve erkek olmanın tarihi...
 

Cinselliğin Mitolojisi

Aman sakın bu başlığı çok okunmak kaygısıyla attığım sanılmasın. Henüz burada yeni olmama karşın çok kısa bir sürede bu tür taraklarda bezi olmayan birisi olduğum anlaşılacaktır diye umuyorum. Ya da en azından yazının ilerleyen kısımları okunduğunda net olarak anlaşılacaktır. Son 15 gündür çok iyi bir blog okuyucusu olduğumu sanıyorum. Zamanımı yönetmekte son yıllarda epeyce zorlanıyor olmama rağmen her gün bir saat bu işe zaman ayırıyor ve elimden geldiğinde yorumlarda bulunarak katkı sağlamaya çalışıyorum.

Geçenlerde genç bir arkadaşımız (genç olduğunu yazdıklarından yola çıkarak söylüyorum), ülkemizde dul kadın olmakla ilgili bir yazı kaleme almıştı. Yorum kısmında da hararetli bir cinsellik çağrışımlı bloglar ve bunlarla ilgili "rating" kavgası gündemde yanılmıyorsam. Kadın- erkek ilişkileri, kadın- erkek ayrımları, cinsellik, toplumsal bakış açısı vs hiç burada gündemden düşmüyor. Ben de mesleğim icabı bilimsel bir katkıda bulunarak, bir anlamda bir tartışma başlatmak istedim. Aşağıda bu konuda yapacağım yorumlar tamamen bilimsel kaynaklara dayalıdır. Üstelik sadece arkeoloji değil, psikoterapi açısından da dayanak noktaları vardır. Amacım cinsellik, toplumsal töreler, kadın-erkek ayrımı, sosyal cinsiyet rolleri ile ilgili biraz bilgi aktarmak. Belki en azından bu şekilde genç arkadaşlarımızın daha araştırmacı yorumlar yapabileceklerini, ikili ilişkilerini düzenlerken bu konulardan yardım alabileceklerini düşünüyorum.

Mitologya nedir ve insanoğlu ile insankızının cinselliği ile nasıl ilişkilendirilir? <ı>Collins İngilizce Sözlük’de mitoloji “özellikle belirli bir kültür veya kişiyle ilgili söylenceler topluluğu” olarak tanımlanır. “Mit”, kelime anlamıyla, genellikle ilahiyatla veya insana benzer davranışlar gösteren hayal ürünü yaratıklarla bağlantılı öykü anlamına gelir; fakat daha kapsamlı bakarsak, “mit”, belirli bir grup insanın, ya doğru kabul ettiği, ya da batıl diye reddettiği bir inanç sistemini tanımlar.

Her toplum, belirli sosyal, psikolojik ve politik ihtiyaçlarıyla örtüşen tabulara ve doğru bildiği cinsel davranışlara göre kendi inançlarını belirler. Bu nedenle, tüm kültürler, üremeyle ve seksüel davranışlarla ilgili söylenceler geliştirmişlerdir. Bunlar, geçerliliklerini korudukları sürece büyük çoğunluk tarafından doğru olarak kabul edilir. Bunların dışındaki tüm bakış açıları aykırı bulunur ve diğer toplumların cinsellikle ilgili farklı radikal tavırlarına büyük tepki gösterilir. Tek eşliliği evlilik kurumu için şart koşan kültürlerde, başka toplumlarda normal kabul edilen çok eşlilik gayri ahlaki görülür. Ne yazık ki, insanoğlunun olaylara, diğer insanların da kendi bakış açısıyla yaklaşmasını istemek gibi bir eğilimi vardır ve bu, tarih boyunca böyle sürüp gitmiştir.

Söylencelerin işlevlerinden birisi de, bireysel yaşantılarımızın, genel düzen içinde bir takım şeylerle nasıl ilişkilendirildiğine dair temel soruların yanıtlarını bulmamızda bize yardımcı olmaktır. Duyumsadığımız güçlü cinsel arzuları tanrıça Afrodit’in etkisine de bağlasak, kendi özel hormonlarımızla da açıklasak, yine de akılcı bir yoldan anlamaya çalışırız.

Antik dönem insanı, evrendeki düzeni sağlayan doğa güçlerini ve bu yüzden onlarla ilişkilendirilen tanrı ve tanrıçaları kişileştirmiştir. Yaşamak için güneşe ihtiyaç duyduğunu fark eden insan, bir güneş tanrısına tapmaya başlar ve her gece, yeraltındaki yolculuğundan dönüşünü garantilemek için yöntemler aramaya başlar. Sonra tekrar, açlıktan ölmemek için ana besin kaynağı olan dünyaya yönelir. Bu defa yeryüzü tanrıçasına tapmaya başlar ve genellikle cinsel yöntemlerin başarısına bağlı olarak üretken olması için onu özendirir. Bu, günümüz mitolojisine tamamen karşıt olsa da, hayata yaklaşımın son derece şiirsel bir yoludur. Çünkü, bilimsel yöntemde, soru sormak ve yanıtlarını almak tek geçerliliktir.

İnsan aklı kavrama yeteneğini geliştirdikçe, mitologya daha da karmaşık bir hale geldi. Tanrılar çoğaldı ve insan; ergenlik, evlilik, doğum ve ölüm gibi yaşamının önemli evrelerini karşılarken tanrıların bunları anlatan öykülerini de kendisine örnek almaya başladı. Bu öykülerin içerdiği simgelere, İsviçreli psikolog Carl Gustav Jung “arketip” adını verir. Bunlar, her birimize genetik kodlarımıza göre miras kalan davranışların varoluş öncesi modelleridir. Bu arketipler tavır ve davranışlarımızı şekillendirir ve tüm yaşamımızın yönünü belirler. Bütün kültürler tarafından kabul edilmiş, evrensel insanî tecrübeleri içine alan ve Jung’un “kollektif bilinçdışı” olarak adlandırdığı kuram, fizikî yapımızın temel dayanağını oluşturur.

Mitolojinin hammaddesini oluşturan karakterler, tanrı ve tanrıçalar, kahramanlar arketipik güçlerin kişileştirilmeleridir. Kutsal Çocuk, Bakire Prenses, Kötü Cadı, Kahraman Prens ve Bilge Kadın tüm dünyada bilinen arketiplerden bazılarıdır.

Mitolojik sahne üstünde arketipik oyuncular tarafından sahnelenen dramalar, insanoğlunun daima sorduğu soruları yanıtlamak için oluşturulmuşlardı. Erken dönemlerden başlayarak, insanlar doğanın güçlerini anlamaya çalıştılar. Görebildiğimiz dünya neden böyle?

Her şeyi değiştirebilen ama görünmeyen güçler kimdir? Bunların sonucunda bütün kültürler, özünde cinsel unsurlar taşıyan bir yaradılış söylencesi oluşturdular.

Bildiğimiz kadarıyla tarihin başlangıcında, İÖ 20.000 dolaylarında büyük Nil ırmağı vadilerinde, Tigris-Euphrates, İndus ve Ganj’da yaşayan yerleşik kabileler, kendi yiyeceklerini yetiştiriyor ve bu nedenle yaşamlarını sürdürebilmek için yerkürenin cömertliğine güveniyorlardı. Tüm dikkatleri kaçınılmaz olarak doğanın ihtişamında ve gizeminde toplanmıştı. Güneşin doğuşunu ve batışını, mevsimlerin dönüşümünü, her baharda yeni bir yaşamın başlamasını ve yeni ürün alınışını, sadece gelgit olayını değil, ama aynı zamanda kadınların aylık kanamalarını da etkileyen ayın hareketlerini izlediler. Bunların içinde belki de en gizemli olanı kadınların kademeli olarak büyümeleri ve bir bebek meydana getirmeleriydi. Bu nasıl açıklanabilirdi? İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler ilk olarak nereden gelmişlerdi?


Asıl burada gelip takıldığımız en önemli nokta bu. Birçok üçüncü sayfa haberine konu olan olayların perde arkası burada yatıyor.

Cinsellik ve üreme arasındaki bağlantı hakkında hiçbir fikri olmayan antik dönem insanları, kadınların kendi başlarına yeni bir yaşam ürettiklerini sanıyorlardı. Bununla beraber, dünyanın kendisinin de evreni temsil eden, Ulu Ana dedikleri ilahi bir kadın tarafından yaratılmış olması gerektiğine inanıyorlardı. İÖ.20.000 dolayında Paleolitik Çağdan itibaren İÖ.3000’deki Bronz Çağının Minos Uygarlığına kadar, insanları yaşam ve cinsellik hakkında bilgilendiren en yaygın söylence buydu.

Sanatta, öykücülükte ve dansta, söylence her zaman kutsal kabul edilmiştir. Yaratıcı ana tanrıça söylencesi, bilinen en erken dönem sanat formlarına, 20.000 yıl kadar öncesine tarihlenen fildişinden, yumuşak taştan ve kilden heykellere ilham kaynağı olmuştur.

Çoğunlukla “Venüs heykelcikleri” olarak adlandırılan bu heykeller, büyük ve genellikle sarkık göğüsleri; büyük ihtimalle gebeliği simgeleyen iri yuvarlak kalçası, karnı ve belirgin vulvasıyla dişiliği betimlemektedir. Otoriteler bu figürlerin asıl amaçları konusunda karşıt görüşlere sahip olsalar da, bir çoğu bunların gebe kadının gizemli görüntüsünü simgelediğini, bununla beraber birer üreme betimiolduğunu kabul ederler. Bunlardan en ünlüsü Avustralya’da bulunan ve İÖ 20.000’e tarihlenen, neredeyse sadece göğüs ve karından ibaret olan Willendorf Venüsü’dür.

İşte bu erken dönemlerde annelik, bütün söylenceleri ve gelenekleri şekillendirmiştir. Eski Mısırlılar, soylarını kadın tarafına dayandırdıkları gibi, Firavunlar doğrudan doğruya ana soyundan gelenler tarafından yönetilmiştir. Erken dönem hanedanlıklarında, yazıtlarda en büyük saygı annelere gösterilirken tanrıçanın adı, kraliyet isimleriyle birleştirilmiştir. Babil kanunlarına göre, annesine karşı günah işleyen kim olursa olsun, toplumdan dışlanarak cezalandırılırdı. Roma’nın kuruluşundan önceki dönemde, İtalya anaerkil bir toplum olan Sabine’ler tarafından yönetiliyordu. Öyle ki, krallar bile babalarının kimliğinden habersizdi. Britanya’nın pagan kültürlerinde ve Kuzey Avrupa’da çocuklar annelerinin adını alırlardı. Bu doğu kültürlerinde de böyleydi. Japon imparator sülalesinin, güneş tanrıçası ve dünyanın anası, Omikami Amaterasu’nun soyundan geldiğine inanılırdı.

Çin’de aile isimleri, hiç kimsenin babasının kim olduğunu bilmediği antik dönemlerin bir geleneği olarak “kadın” anlamına gelen bir işaretten oluşurdu.

***
Bu konuda yazmaya devam edeceğim. İlginç tartışmalar olacağını düşünüyorum. Kaygılarımızı ve kavgalarımızı bilgiyle azaltabiliriz ancak. Sevgilerimle...

 
Toplam blog
: 22
: 1798
Kayıt tarihi
: 01.10.06
 
 

1968 yılında Ankara’da doğdum. Klasik Arkeoloji okudum ve Sosyal Antropoloji masteri yaptım. Çevirme..