Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Nisan '12

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Kadrajımdan Paris Işıkları..

Kadrajımdan Paris Işıkları..
 

Paris’i görmek için en güzel zaman bence sonbahar.. İyi ki Eylül’de gitmişim..

Aklımda kalan birkaç şeyi anlatayım istedim. Gitmek isteyenlere küçük notlar.. Öyle, ünlü yerlerini övmeyi falan düşünmüyorum. Turist rehberi değiliz neticede. Nasılsa onları herkes biliyor. İsteyen burada okumayı bırakıp diğer işlerine geri dönebilir. Ben, anca oraya gittiğinizde görme ve öğrenme şansı bulduğunuz, ilgi çekici diğer yönlerini anlatacağım. Satır aralarındaki Paris’i yani..

Eğer ilk kez Schengen aldıysanız ya da Fransa’ya ilk kez geliyorsanız, havaalanında sizi bir sabır testinden geçiriyorlar. “Niye geldin ülkemize?” diye soruyorlar önce. Pasaport polisi, sizden otel rezervasyon belgenizi, uçak biletlerinizi isteyebiliyor. Hatta cüzdanınızdaki parayı bile görmek isteyebiliyor. Örneğini o sırada beklerken gördüm (: Bizimki AB vatandaşı olmayanların sırasıydı. Maç kuyruğu gibi, her milletten insanın bulunduğu karmakarışık bir sıra.. Bir de AB vatandaşları bankosu vardı. Gayet sakin, bir iki kişi bekleyen var ve hızlı ilerliyor. Giriş işlemi bittikten sonra, havaalanından çıkarken nedense bir de bavullarımızı aradılar. İngilizceyi istemeye istemeye konuşuyorlar. Mümkünse hep Fransızca.. Size verdikleri tek mesaj var: “Niye geldin bilmiyorum ama ne yapacaksan işlerini hallet ve bir an önce ülkemizi terk et!”

Şehre karıştığınız anda pek alışık olmadığınız bir dünyanın içine girdiğinizi fark ediyorsunuz. Dikkatimi çeken şeylerden birisi, şehir insanlarındaki dinginlik.. Caddede birlikte dolaşan en fazla 2-3 kişi görürsünüz. Grup halinde gezme, oturma, yeme-içme olayı pek yok. Champs-Elysees’de bir cafede oturuyorsunuz, yan masadakilerden birisinin bile sesi masanıza gelmiyor.

Bir diğer detay, insanların kurallara riayet kültürü.. Trafikte ve sosyal alanlarda özellikle çok fark ediliyor. Mesela, yayalara kırmızı, araçlara yeşil ışık yanıyorken, bütün yayalar bekliyor ve ışık yeşile dönene kadar kimse yola inmiyor. Yol bomboş olsa dahi bekliyorlar. Bir seferinde sıranın en önünde yeşilin yanmasını bekliyoruz. Muhabbete dalmışız. Yeşil yanmış o sıra. Arkadan seslendiler, yürümeyecek misiniz diye (: Biz ilerlemeden kimse ilerlemedi. Bir de, eğer karşıdan karşıya geçeceklerse, yaya geçidi neredeyse oradan geçiyorlar. Yaya geçidi 20 metre ileride olsun, yol boş olsa da yine gidip o geçidi kullanıyorlar. Garip insanlar (:

Champs-Elysees şöhretinin hakkını veren bir bulvar. Her şey ateş pahası. Müthiş bir hareketlilik ve kalabalık var. Ama akşam 9-10’a kadar. Ondan sonra gece hayatı başlıyor şehirde. Champs-Elysees’de dolaşan, alışveriş yapan insanlar, bu kez de barların ve gece kulüplerinin önünde sıraya girmeye başlıyorlar. Paris’in gece hayatı her yerde yaşanıyor. Binaların yüksek katlarında, ara sokaklardaki barlarda, sosyetik mekanlarda, her yerde.. Her yerden müzik, ışık ve eğlence yükseliyor. Aslında bu başlı başına bir yazı konusu. Paris’te nasıl eğlenileceğini biliyorlar (:

Bulvarda en keyif veren şeylerden birisi, her biri en az bir cadde genişliğindeki kaldırımlara yayılmış cafelerden birisinde oturup, elinize kahvenizi alıp insanları izlemek. Zaten Paris’te gördüğüm en ilginç şeylerden birisi caddelerdeki cafelerin ya da barların kaldırımlara çıkarılan masalarında bütün koltukların yönünün caddeye doğru çevrilmiş olması. Karşılıklı oturma diye bir olay yok, iki kişiyseniz ikiniz de yönünüzü kaldırıma veriyorsunuz (: Çok garip geldi. Kaldırımda yürürken bir cafenin önünden geçtiğinizde herkesin yönü size dönük, sanki size bakıyorlarmış gibi hissediyor ve yürüyüşünüzü düzeltiyorsunuz.

Paris’e Cuma günü gitmiştik. Otel Champs-Elysees’te olduğundan hemen eşyaları bırakıp caddeye çıktık. De Gaulle meydanındaki Zafer Takı’nda (Arc de Triomphe) bir tören yapıyorlardı. Tören mangasında hep yaşlı, savaş gazilerini andıran sevimli askerler vardı. Neyi yad ediyorlardı anlayamadım. Sormadım da. Nedeni ne olursa olsun, kesin ucu bir noktadan Napolyon’a dokunuyordur. Zafer Takı’nın hikayesi de güzeldi. Napolyon, savaşa giden askerlerini “Bir gün Paris’e sizin onurunuza kurulmuş zafer taklarının altından geçerek gireceksiniz” diyerek motive etmiş. Sözünü de tutmuş hani. Sanırım böyle bir şeyi yad ediyorlardı orada. (Bu arada Zafer Takı’nın tepesinden Paris mutlaka seyredilmeli. Eyfel, Louvre vs. çok güzel görünüyor.) Zaten adam şehrin her tarafına ince ince işlenmiş. Bir katakulliye getirip kendini imparator ilan edince, kraliyet tacını Notre Dame’da giymiş; Sainte Helena’ya açıkladığı vasiyetinde “Küllerimin Seine Nehri’nin kenarında, çok sevdiğim Fransız halkının tam ortasında yatırılmasını istiyorum” demiş. Geri çevirmemişler tabi. Tarif ettiği yere anıt mezarını yapmışlar. Vasiyetinin Fransızcası da orada bir tablette yazıyor.

Paris’in en güzel yanlardan birisi, yerin altının örümcek ağı gibi metro hatlarıyla dolu olması. 14-15 tane farklı metro hattı var. Banliyö hatları var. Yerin üzerinde 1 milyon kişi varsa, o anda yerin altında en az 3 milyon kişi vardır. Adım başı metro durağı.. İki durak arası mesafe o kadar kısa ki.. Ankara’da Kızılay-Kolej arası bile bunlara kıyasla çok uzun.. Bizim yerel yönetimler mutlaka buraları incelemeliler.. Paris’te taksiye binmek çok gereksiz yani, bir metro istasyonundan ücretsiz verilen metro haritalarından birisini alın yeter.. Taksi demişken, şehirde çok fazla araç var tıpkı buradaki gibi, ama ben Paris’te dört gün boyunca sadece bir kere korna sesi duydum. Kurallara inanılmaz riayet var. Yayalar her durumda öncelikli ve yola rahatlıkla adım atabiliyorlar. Geçmekte olan bir araç varsa anında duruyor. Bütün araç kullanıcıları, kulaklık kullanıyorlar. Elinde telefonla direksiyonda kimseyi göremezsiniz. Ben bir tane bile görmedim. Israrla bir çürük yumurta aradım ama yok. Herkeste kulaklık var. Bir de sıra kültürü… Her şey çok nizami ve insanlar birbirlerine inanılmaz saygılı. Biz Akdeniz insanıyız. Kuralları kıyısından kenarından eğip bükmeyi severiz; manzara oldukça tuhaf geldi haliyle.

Notre Dame’da içeriye girmek için sıraya geçelim dedik. Bir yandan muhabbete devam. Fotoğraf çekiyoruz bir taraftan. Birden nasıl olduysa kendimizi sıranın ortasında bir yerde bulduk. Bizdeki tabirle kaynak yapmış olduk. Herkes dönüp ayıplar gibi baktı, ama kimse tek kelime söylemedi. Biz Türk’üz, sıra bizi bozar diyerek yerimizde kaldık. Notre Dame’da tamamen rastlantı üzerine ilk kez geniş katılımlı bir Hristiyan ayinine tanık oldum. Başından sonuna kadar izledim. Neler yaptıklarına baktım, neler hissettiklerini anlamaya çalıştım. Fotoğrafladım. İnsanların mum yakarken yaşadıkları o derin ve yoğun konsantrasyon haline baktım. O kadar ki, birinin burnunun dibinde fotoğrafını çekerken kapalı gözlerini açıp bakmadı bile. Notre Dame’a, nehrin diğer yakasındaki köprüden geçerek gittiğinizde, köprünün tellerine asılmış kilitler görüyorsunuz. Orası dilek noktasıymış. Herkes bir dilek tutar, karşılığında tellere kilit asarlarmış.

Her taraf sömürge ülkelerden gelen siyahilerle dolu. Her yerdeler… Düşük hayat standartlarında, kenar mahallelerde yaşıyorlar. İçlerinde polis olanlar var, taksiciler var, marketlerde ya da fast-food restoranlarında kasiyerlik yapanlar var, takım elbiseli olanları var.. En sevimlileri de özellikle Eyfel’in çevresindeki işportacılar. Hepsi siyahi, hepsinin elinde birer çanta, Eyfel’in basit ve kalitesiz hediyelik eşyalarını satıyorlar. Polis geldiği anda hepsi çil yavrusu gibi dağılıyorlar. Şunu da söylemek lazım, sigara toplayıcıları var. Daha havaalanından çıkar çıkmaz yanınıza gelip sigara istemeye başlıyorlar. Şehrin neresinde olursanız olun, yanınıza her an birisi böyle gelebilir. Ama zararsızlar merak etmeyin. Git diyorsunuz gidiyorlar (: Güvenli bir şehir.. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Ya da ben aksiyle karşılaşmadım. Gecenin bir yarısında bile ara sokaklarda gayet rahat biçimde yürüyen mini etekli kızlar görebiliyorsunuz. Ama Pigalle tarafı biraz farklı. Karanlık çöktükten itibaren hareketlilik başlıyor. Uyuşturucu, alem, fuhuş, ne ararsanız orada var.

Sacre-Coeur’a nasıl gidileceğini sorduğumuz arkadaş anlatmıştı bu detayları. Sacre-Coeur Bazilikası, nam-ı diğer beyaz kilise.. Montmartre’da.. Hakkında rivayet muhtelif.. Anlatılan hikayelerden birisine göre, Paris’in en güzel tepelerinden birisinde duran bu kiliseyi, bölgede yaşayan hayat kadınları kendi aralarında para toplayarak yapmışlar.. Kapıda inanılmaz sıcak bir ziyaretçi karşılama varken, içeriye adımınızı attığınız andan itibaren gördüğünüz tek şey kesif bir ciddiyet.. Girişte gönlünüzden ne koparsa kilise için yardım topluyorlar. Görevli Türk olduğumuzu hemen anladı nasıl olduysa ve inanılmaz ilgi gösterdi. Hatta Kilisenin yapılış hikayesinden bahsetti, mimarisinin nasıl bizdekilere benzediğini anlattı falan.. Ayine rastladık yine içeride.. Notre Dame’daki gibi.. Notre Dame’a göre daha az insan gördüm.. Bir de ziyaretçi defteri vardı. “Farklı yol ve yöntemlerle olsa da aynı Tanrı’ya inanıyor olmak muhteşem bir şey” türünde bir şeyler karaladım o deftere Fransızca. Ama burada fotoğrafa izin verilmiyordu. Her yana yasak uyarıları asılmış.. Notre Dame’da izin veriliyordu halbuki. Çok enteresan. Flaş kullanmadan çekilmesine müsaade edebileceklerini düşünüp bir fotoğraf almaya teşebbüs ettim. Daha kolumu kaldırmadan upuzun, bak bak bitmeyen iri kıyım bir siyahi güvenlik elemanı kolumu tuttu.. Sinirlendi hatta, uyarıları görmüyor musun deyip makinemi almaya kalkıştı.. Vermedim tabi.. “Bilmiyordum, uyarıları görmedim; bir daha olmaz” türünden bir şeyler diyecek oldum; bu sefer de nazikçe “O zaman sizi dışarı çıkarmak zorundayım” dedi. “Peki abi” deyip çıktık. Arkadaşım bu hallerimi gördükten sonra tam 45 dakika aralıksız güldü. Gidecek arkadaşlar için dipnot; burada fotoğrafa pek sıcak bakmıyorlar (:

Beyaz kilisede gördüğüm en sıra dışı şeyle dışarı çıktığımızda karşılaştım. Hemen kilisenin önündeki merdivenlerde, en az 50 tane genç oturmuş, eğleniyorlardı. Yüksek desibelde bir müzik, su gibi akan alkol, bağıranlar, şarkılar söyleyenler, dans edenler... Çok şaşırdım. İçeride ayin devam ederken, hemen bir adım dışarıda bu manzarayla karşılaşmak.. Dahası, ne içeridekinin dışarıya, ne de dışarıdakinin içeriye müdahale etmiyor olması.. Hemen aklıma Türkiye’de olsa ne olurdu sorusu geldi. Sultanahmet’in hemen girişini düşündüm.. (: Kitle bir süre sonra kendiliğinden sorunsuz dağılıyor. Kimse birbirine sorun çıkarmıyor. Bu arada, Kiliseden aşağılara doğru bakınca, karşınıza gelen muhteşem Paris manzarasını artı parantez söylemek gerek. Özellikle hava karardıktan sonra.. Paris’e ışık şehir dendiğini düşünecek olursak, ne demek istediğim sanırım daha net anlaşılır. Bir de, akşam saatlerinde kilisenin çevresi çok renkli ve eğlenceli. Çok sayıda cafe-bar var. Sokak gösterileri var. Amatör ressamlar var. Ama tuvalet bulamadık. Çevredeki cafelerin tuvaletlerini ücret karşılığı kullanmanıza izin veriyorlar.

Louvre müzesini bir günde tamamen gezebilmeniz imkansız. Tarihe ve sanata düşkünseniz tabi. Biz resimlerin bulunduğu bölümü bitiremedik bir günde. Herkes en az bir kere gezip görsün isterim burayı. Resimlerin olduğu salonda en büyük ilgi haliyle Mona Lisa’da. 5 metreden bakmanıza izin veriyorlar. O resmin de hakkında türlü dedikodular var ama yine de önünde fotoğraf çektirmeye değer.

Hemen Louvre’un yanında Rivoli’de duty-free ve ilgilenenler için güzel şarap butikleri var. Çok güzel bir Chablis buldum mesela. Türkiye’deki fiyatı sonradan görmeler yüzünden roketlenmiş; ama orada olması gereken fiyatta. Zaten herhangi bir süpermarkete girin, Türkiye’de ateş pahası fiyatlara satılan meşhur şarapların orada gerçek fiyatlarını görünce çok şaşırırsınız. Duty-free’de de hangi ülkedenseniz size dilinizi bilen bir asistan veriyorlar. Bütün alışverişinizde o size yardımcı oluyor. Bize çok sevimli bir Türk kızı eşlik etmişti. Yaptığınız alışverişin vergisiz işlem görebilmesi için elinizdeki belgeleri havaalanında gümrük noktasına teslim etmeniz gerek. Aksi takdirde izleyen ay kredi kartı ekstrenizde o indirilen verginin tahsil edildiğini görebilirsiniz (:

Biraz da Eyfel’den bahsedeyim. Kim ne derse desin şehrin baş simgesi. Onu çıkarıp atın, geriye bir şey kalmıyor. Paris demek Eyfel demek. 11 euro ödeyip kuleye çıkabiliyorsunuz. Turla giderseniz Eyfel gezisine 100 euro falan ödüyorsunuz galiba. Eyfel’incaddenin arkasına bakan kısmında çok geniş bir yeşil alan ve yürüyüş yolları var. İnsanlar çimlere oturmuş Eyfel’i izliyorlar, kitap okuyorlar, bir şeylerle uğraşıyorlar. En azından mangal yakan birileri yok, ciddi anlamda eksikliği hissediliyor. (:

Disneyland ise bambaşka bir dünya. Hiç abartısız söylüyorum, bir çocuğu bu sokağa bırakın, bir hafta boyunca da aramayın, o çocuk bir hafta acıkmaz, susamaz, tuvaleti gelmez, siz de aklına gelmezsiniz. Sonra gelir bıraktığınız yerden alırsınız. Keşke her çocuk burayı en azından bir kere yaşayabilse.. Su tünellerinde yapılan kayık yolculukları çok güzel oluyor, tavsiye edilir. Disneyland’a banliyö ile yarım saatte gidilebiliyor. Boşuna bir sürü taksi parası vermeye gerek yok. Şehrin biraz dışında çünkü.

Seine nehrini ise gündüz değil akşam görmek daha güzel. Özellikle gemi-restoranlar (bateaux-mouches) binbir ışığın altında geçit yaparlarken.. Bir de, Concorde’dan boylu boyunca Champs-Elysees’i ve Zafer Takı’nı izlemek doyumsuz oluyor. Concorde demişken, oraya gidip Buddha Bar’ı görmeyeni vuruyorlar bizim orda (:

Son olarak benim de ilk aklıma gelen şeyden bahsedeyim. Yemek (: Karikatür resmimi çizdirirken, karikatüriste Türk restoranlarının bulunduğu yerleri sordum. Bir yerden bahsetti. Saint-Denis diye bir yer. Orada çok restoran var dedi. Biz de gittik. Metroyla gidilebiliyor. Champs-Elysees’e kısa mesafede. Ama bakımsız bir muhit biraz. Kebapçı da var, ev yemekleri yenebilecek yerlerde. Börekçiler de. Hepsi Türk. Hatta, caddedeki bir dilencinin önünde bile Efes şişesi vardı. İşte o caddede, bardakta demleme çay var. Onun dışında Paris’te böyle bir şansınız yok. Champs-Elysees’te Pizza Pino’nun hemen arka tarafında çok güzel bir et lokantası var. Tavsiye edilir.

Paris’e tur ile gitmek bence gereksiz. İyi ki turla girmemişim. Kafileyle gidilenlerden tat alamıyor insan. Kendi gezi planınızı programınızı kendiniz yapınca tadı daha bir başka oluyor. Zaten gezdiğiniz her yerde oranın hikayesini anlatan bilgiler, detaylar var. Rehbere hiç ihtiyaç yok. Kendinizi ve fotoğraf makinenizi yanınıza alın yeter.

Sıradaki durak İtalya olacak. Bakalım orada neler göreceğiz.

 

 
Toplam blog
: 16
: 4272
Kayıt tarihi
: 16.09.08
 
 

Fotoğraf makinesiyle, gazetelerle, dergilerle içiçe yaşıyorum. Takım elbise ve kravatlı camiadanı..