- Kategori
- Anılar
Kalan iki aylık bir ömür ve zifiri bir vakitti
"En fazla iki ay ömrü kalmış" demiş doktorlar anneme. Türk filmi repliği kadar abartılı ve acıklıydı. İnanamadık. Babamın iki ay ömrü kalmıştı ve ona bunu söyleyemiyorduk. Oysa dipdiri duruyordu karşımızda ve yaşama dair heyecanı, mora meyilli solgun dudaklarından dökülen sözcüklerinden hissediliyordu. Gizli gizli ağlıyorduk, fakat yüzüne karşı dudaklarımızdan tebessümü eksik etmiyorduk. Her an yanında olmaya çalışıyor, uykusuz sabahlara kadar onunla sohbet ediyorduk. Sahte maskelerle acıya meydan okumak, sancılı yüreğimizin iniltilerini duyurmamak, gözlerimizin şişmesine neden olacak kadar ağlayamamak, en zoru buydu işte.
Annem babamı ilaç kokulu bir hastane odasında kaybetmek istemedi. O yüzden babamın varlığıyla ‘yuva’ bellediği eve çıkarttı. Işığın etrafında pervane dönen çaresiz kelebekler gibi çırpındı babam için. Günler üzerimizden tüm ağırlıyla geçti. O iki ayın her günü yüreğimiz biraz daha ezildi. Bir sabah komaya girdi babam ve içimizde çoğalan acı, büyük bir sarsıntıyla gelen, ne düğü belirsiz bir korkuya bıraktı yerini. Ruhumuz onunla dipsiz bir kuyunun rutubetli serinliğine düşmüş can çekişiyordu, belki de oradan çıkmak için çırpınıyordu. Yer gök daralıyor, ortasında sıkışıyorduk sanki. Hiçbir yere sığmıyor, basık ve zifiri bir vaktin içinde camlara çarpan çaresiz sinekler gibi olmayan çıkışı arıyorduk. O zamana dek gizli saklı bir umudu hep canlı tutmaya çalıştığımızı fark ettim; ama artık umutsuzluk her tarafımızı sarıp sarmalıyor, arsızca büyüyen sarmaşıklar gibi ağzımızdan, burnumuzdan, her yanımızdan taşıyor, bizi boğuyordu.
İki gün sonra hayata ebediyen gözlerini yumdu babam.
Anneme “Söylesek mi” demiştim birkaç defa, “Bunu bilmeye belki de en fazla babamın hakkı var”. Karşı çıktı annem. Babamın intihar edeceğinden korkuyordu. Beklemek babama göre değildi. Eder miydi, bilmiyorum. Babamın av merakından dolayı evde silahları vardı. Ölümden korkmazdı. Ancak ölümden korkmayan biri için intihar etmek mi yoksa ölümün adım adım yaklaşmasını beklemek mi daha fazla cesaret gerektirir? Hala kimi zaman başımı yastığa koyduğumda babamın hayatının son iki ayını çaldığımıza dair ıstırap yaşadığım olur: “Söylese miydik? Hayatının son iki ayını belki farklı geçirmek isteyebilirdi”. Komaya girmeden bir iki gün önce yanağımı usulcacık okşadıktan sonra, “Sakın üzülme kızım. Ben çok kez ölümden döndüm; üç kurşun yedim, boğuldum, büyük kazalar atlattım ama ölmedim. Şimdi geldiyse vakti yapacak bir şey yok. Doğa kanunudur bu. Hayat bir meydan muhaberesi; mücadeleye devam!” demesini aklıma getirdikçe de, belki de herkesten daha fazla biliyordu ölümle randevusunu diye düşünüyorum.
Ölümün bıraktığı acı ister kısa, isterse uzun vadeli olsun, ömrün ta kendisi gibi bir zaman dilimi ve yalnızca ölümün kendisi geniş zamanlı. Her insan doğduğu andan itibaren ölüme yol aldığını bilir; ama asla kendi ölmeyecek gibi yaşama hevesini barındırır içinde. Belki de hayatın en traji komik ve en mucizevi kudretidir bu. Birileri ölür her geçen saniye; fakat ölüm bize vurmadığında anlamayız hayattaki en mutlak gerçeğin ölümün ta kendisi olduğunu. Hayat sona yaklaştığında değil, her zaman, en baştan ve aralıksız yaşanmalı. Pusuda bekletilmemeli, yapacaklar ertelenmemeli ve sadece yaşanmalı… Yaşanmalı… İki ay sonra ölecek gibi…