Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Hakan Karaduman (Akdenizli)

http://blog.milliyet.com.tr/akdenizli

27 Şubat '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Kapı.

Kapı.
 

Kadınların sabır işçisi olduklarını söyleyebilirim. Aynı zamanda suç ortaklarımız...

Başarısız erkeklerin arkasında durmayan kadınlar da haklılar; en ileri fırlayan sperm, en akıllısı veya cesuru, kapı aralanıp alınınca içeri, diğerleri zehirli su bombardımanına tutulur kadının yumurtası tarafından. 30 milyon koşup gelmişken, en güçlüye açıktır kapı. Olaki diğer kapıdan geçmek isteyenler aşamasın diye bariyeri, bir de, o yetmez öldürücü sıvı gönderip öldürür diğerlerini. Boşa gelmişliğin çaresizliğinde, "buraya gelmek bile başarı" kabullenişinde sona ulaşırlar.

"Ah, yalan dünya!" diyendi tek kromozomlu kadar düşünce hızında. "Ah çekme rahatlamasında iğretileri sıradanlaştıran yalanlar duymaktan, yaşamaktan laçkalaşanların yerinde kim olmak ister" dedi genelevde çalışan kadın. TV 'de eskiyen dört, aynı zamanlarda, aynı 'ben öpüşmem' diyebilecek kadar biçimsiz tornalanmış 'aşk yalancılarının' eski sıradan hüzünlü filmlerine mendiliyle dalmışken kadın, sahibinin uyarısıyla bir gözü tv deyken, bir ayağı köyde, diğer ayağı kırmızı renkleri dökülmüş lambanın yandığı odadaki kırık ayaklı yatağa yöneldi. Kadının kolları ayaklarıydı. Ayaklarıydı onu istemeden götüren; "kader" dediler, ama bu işte bir gariplik vardı. Ayakları, kollarının yetişemeyeceği dünyanın en eski dayağına karşı kendini koruyabilirdi. Tüm kapılarını kırarak girdiklerinde, vaadediciydiler...Birkaç incik boncuğun kaç para ettiğiyle değil, rengarenk ışıltısıyla ilgiliydi gözleri o yıllar. Şimdi, renklerin grileştiği dünyada umursamazlığı oynama zamanıydı. Bir çeşit emeklilikti; hem de erken emeklilik.

Bir onlar değildi erken emekli olanlar.

Erken emekli oldular bu ülkede aydınlar. Ayakları ve kolları gerçek yerlerindeyken, hep gerektiği kadar kullandılar beyinlerini. Kimse anlamadı onların onca bilgiyi nerelerinde depoladıklarını. Kapıları olabildiğine sağlamdı. Olabildiğine; gerektiğinde, gerektiği kadar konuşmalarının sıradanlığındaydı emeklilik günleri. Açtım çok okunan bir gazetenin yazarlar köşesini, adını sanını, ne yazdığını bilmediğim o kadar çok yazar, acep ne yazarlardı? Kimdi onlar, kim okurdu onları, onların umurunda mıydı? Hiç bilmiyorum, ama o kadar çoktular ki...Muhtemel Osmanlı geleneği, İngiliz biraz, tanıdık usülü yani, köşeler, çalakalem, usta kalem, beyni kaşıyan kalem...Boşversenize, kalem gibi burnu vardı. Arada bir, "orada kimse var mı?" diye soran da çok unutkandı, çok, hem de bu yaşta. Sorar, bakarsın, beklersin, bakarsın ki; diğer günlerde damdaki saksağan kemancı. "Kendini kovalayan değil" ondan beklenen, beklenen ondan "kaleminin gölgesini takip eden"; ama onca genç yaşta, unutkanlık işte. "Salla kalemi" işi, kapılar kapalı, güvenli zırhlı, renkli kalemler...iyiki varsınız, yoksa bu renkler nasıl anımsanır?

Onların çelik camları vardı. Oradan görürlerdi yeterinceyi...

Abbas Sayar'ın Can Şenliği'ndeki gibiydi adam. Ondan istenilenleri yapmaya çalışırdı. Daha çok istendiğinde, "beceremez ayaklarında", nedeni mutlaka olan, bir çaresizlikle durdururdu üzerine gelen gölgeyi. "Haydi git, köydeki malını sat, ondan sonra bakarız" diyen kadının planlı çarelerinde, küçük, sıradan bir oyuncu olmanın küçülmüşlüğünde, "içi"ni de yanına alıp bindi eşeğine. Azığına hiç bakmadı, yeter mi üç günlük yola? Kimin umurunda...Hoş olansa tüm bunların sebebi olmasıydı. Bir çeşme başında eşeğin isteğiyle durdular. Elinde ipini tuttuğu eşeğini sulamaya getiren adam;

- Selamın aleyküm, nasılsın?

- ...

-Selam verdim duymadın mı? -heral kulağı sağır.

Diğer eşek suyu vakumlarken, adamın eşeği suya dudaklarını dikmiş düşünürdü,

"acaba bu şekilde su içiyormuş gibi dursam ayaklarımı ne kadar dinlendirebilirim?

Artık ikisinin de ne evi ne de kapıları vardı. Eşeğin anlaması için biraz zamana ihtiyacı vardı.

Çeşmenin suladığı küçük, gölümsü su birikintisinde güzel bir bahar sabahı yaşanmaktaydı. Kurbağalar suda biribilerine akrobasi dersleri veriyor, hepsi birden "en güzel ses benimkisi" varaklarıyla hayatın tadını çıkarıyorlardı. Mayısın son haftasına doğru çeşmedeki suyun akmadığını ilk fark eden kurbağa, gölün de küçüldüğünü fark etmişti. Diğer kurbağalar mutluydular, zıplıyorlardı, arada tatlı kavgalar, bitmeyen şarkılar... mutluydular.

Dedi, kurbağa;

-arkadaşlar, bu göl kuruyor. Çok değil, onbeş güne kalmaz kurur buralar. Dağlara, suyun olduğu yerelere gitmeliyiz.

Diğerleri;

-hadi be, sende! Ortalığı karıştırmaktan başka niyetin yok senin. Gitmek istiyorsan sen git.

Ne dediyse ikna edemedi onları kurbağa, tek tüfek çıktı yola. Üç gün demeden ulaştı serin dağlara, buldu bir su kaynağı, tüm yaz orada konakladı, aklı onlardaydı. Bir gün dayanamadı, üçgünlük azık aldı, çıktı onlara doğru yola. Geldiğinde, kurumuş gölde, gördüklerinden sonra, başladı ağıt yakmaya,

"Ey atanlar yatanlar,

bacak bacağa çatanlar

ardıç dibi yayla olur

çalıp çığıranın hali böyle olur..."

Bazen görünmez kapılardı alışkanlıklarımız, çıkışları kilitli tutan. Sığınaktır çoğu zaman, ilk bombalamada yıkılan. Kolay ve güvenilir olan, emek ister.

Dergahın kapısındaki atla girilmesini engelleyen ters "T" zinciri söktürdü yerinden.

"Bundan sonra," dedi, "herkese kapımız açıktır, atlara da..."

Odun toplayan adam eğri odunları ayırdı. Eşeğine yükledikleri düzgün odunlardı. Söylenecektiler arkasından yüzyıllar sonra, "dergaha eğri sokulan odun doğru çıkar". Nereden bilsindiler; dergaha ilk gün getirdiği odunlar düzdü ve artık ondan, hep düzgün odun beklendiğini. Doğru ve güzel olanı bir kez yapınca ömüründe tutuklu kalacağını doğrunun...Kapısız kapıya tutuklu kalacağını tam 40 yıl...

Dünyanın kapıları bombalanırken, daha sağlam çelikler buldular. Zulüm çok kolay gelirdi. Sevgi zulmün kapısını açamadı, çünkü zülum çok iyi bilirdi, en büyüğünü severdi; paranın, bencilliğin, zalimliğin, öfkenin, açgözlülüğün, kibrin, yalancılığın. Onca kötünün içinde sevgi ne yapabilirdi elindeki gönül anahtarıyla. Nasıl açabilirdi dünyanın kapılarını. Polanyalının dediği gibi, sevgi ve şefkatten zulme kısa bir yol; zülümden sevgiye ve şevkate en uzun yol.

Bize boşvermişliği ve zavallı korkuları öğreten 80'li yıllar, ve o yılların içinde, gri bulutları dağıtıp uçurtmasına bindiren, uçurtmasının ipinde düşmeden yukarılara tırmanmamıza izin veren sayın Murathan Munga'nın şiirleriyle gideyim. 1987 de onca karanlığın içinden çıkıp ilk gençlik günlerini düzenleyen; yaşayan cesur şaire saygılarımla...

Adını arayan rumuz
Eylüllerden yaz yap bana
Bir dönümlük bir dünyada
Şiirim mıntıka temizliği
Cam şişelere koyduğum
Eylüllerden yaz yap bana
Bir dönümlük bir çocukluk
gökkuşağı uçurtma
mayın mantar ütopya
yalancı mücevherler gibi
birbirine benzemeyen şiirler yazdım
okyanusa karşı ağladım sonra
Bak ay karışıyor akşama
Acemi mevsimlerdi
Aşk adı altında yıllarca tek kale top oynadım
Cam üfledi şiirlerimi
Batık gökkuşağı, patlamış mayın
yırtık uçurtma
Eylül gelmeden bavulumda ütopya
Kendime trenlerden ayrılık aldım
bak ay karışıyor alnıma
Adını arayan rumuz
bu mantar sende kalsın
Yırt at bu şiiri okuduktan sonra

**

Nazım kadar coşkulu

Aragon kadar aşık

Lorca kadar yaralıydık

Unutmadık

***

biz de sizi...sağlıcakla..

 
Toplam blog
: 470
: 551
Kayıt tarihi
: 28.08.06
 
 

Ateşten denizleri mumdan gemilerle geçmeye" benzer hayatımız. Mutlaka mavi gökyüzü görünecektir. Gid..