Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Temmuz '20

 
Kategori
Öykü
 

Karadeniz'den İstanbul'a

İçinde boğulduğumu hissetsem bile nadiren de olsa eskiden beri İstanbul’a giderdim.  Ortaokul sonu Kuleli Askeri Lisesine gireceğimi zannederek, sınav yeri için okulu görmeye Çengelköy’e gittiğimde, görevliler sınav yerimin İstanbul değil, Bursa Işıklar Askeri Lisesi olduğunu söylediler. Bu benim İstanbul’a dair ilk hayal kırıklığım olmuştu. (Uzun zaman askeri lise sınavını kazanamama nedenim buna bağlamışımdır.) Meğerse ben tercihlerde büyük I harfi ile (İstanbul manasında yazdığımı düşünürken) Işıklar manasına gelen Bursa’yı tercih etmişim. Yine de şükretmiştim çünkü ya yanlışlıkla M harfini işaretleseydik o zaman da askeri lise sınavına giriş için İzmir’i tercih etmiş olacaktım ki o zaman sınava yetişmem daha zor hatta imkânsız olacaktı. Tek başıma yolculuk ediyordum. İstanbul’da akrabalar vardı var olmasına ama Bursa’da kimse yoktu. Apar topar İstanbul’da Harem otogarına oradan da Bursa’ya gidişimi hatırlıyorum. Nasıl da panik olmuştum.

Bursa’ya gidince kalacak yer elbette sekizinci sınıf bir otel odasıydı ki görevlilere sınava gireceğimi beni sabah erkenden uyandırıp uyandırmayacaklarını sormuştum. Adamlar bu isteğimi geri çevirmemiş olmalarına rağmen ben yine de kendim köyden gelmenin verdiği alışkanlıkla sabah namazından sonra erkenden kalkıp, elimi yüzümü yıkayıp bir yerde kahvaltı etmiştim. Şimdi hatırlamıyorum aradan geçmiş otuz üç yıl nasıl hatırlayayım? Uzun zaman olmuş. Tabi herkes anne ve babasıyla gelmişti ben ve benim gibi nadiren birkaç kişi yalnız gelmişti ki ben o sınavda da ne yazık ki başarılı olamadım. O zamanlar ne de çok istemiştim subay olmayı!

O zamanlardan bu zamanlara çok şey değişmiş de bence pek olumlu şeyler değil. Misal ortaokul mezunu, ortaokulu yani şimdiki sekizinci sınıfı bitirmiş bir çocuk demek ki tek başına yolculuk yapabiliyormuş. Yıl 1987 yılı idi yanlış hatırlamıyorsam. Ne büyük özgüven!

Daha sonra da defalarca İstanbul’a gittim. Çünkü ilk görev yerim; Tekirdağ’ın Saray ilçesiydi. Sonrasında şans eseri yine görev gereği İstanbul Yarımburgaz’da kısa dönem askerliğin acemilik süresini tamamladım. Sonrasında şehir içi dağıtımda Harp Akademileri ikinci görev yerim olmuştu. Harika bir yerdi. Bizim gibi taşradan gelenler için özellikle zenginliğin merkezi, lüks ve şatafat adına ne varsa hepsi oralardaydı. Tabi bizim için değişen bir şey yoktu. Lakin gördüklerimizden etkilenmememiz olamazdı. İnsan zaman zaman “bunlar yaşıyorsa biz ne yapıyoruz, bunların hayatı hayatsa, bizim hayatımız nedir ya da bunlara insan deniyorsa bize ne denmeli” diye aklından geçirmiyor değildi. Şahsen benim aklımdan geçiyordu.

Harp Akademileri’ndeki görevim dış destek danışma birimindeydi. Ne yapıyorduk orada? Kısaca anlatayım: Mesleğimle direk alakalı olmasa da görevim gereği ben gün boyu dışarıda oluyordum. Sabah servis varsa servisle, servis yoksa yalnız başıma gün boyunca Akademi öğrencileri ve personelin elektrik, su faturalarından tutun da banka kredileri, kooperatif taksitleri, kurumlara itiraz dilekçeleri başlıca görevlerimizdi. Kurmay öğrenciler yoğun olduklarından dışarı çıkamazlardı. Biz de onların dışarıda ne işleri varsa çözebildiğimiz kadarıyla çözüyorduk. Birim bir yedek subay asteğmen, bir albay, bir sivil memur ve benden oluşuyordu. Dışarı araç çıkacağı zaman ise şoförlü ve muhafız eşliğinde bir araç tahsis ediliyordu. Araç komutanı asteğmen ben kısa dönem onbaşı toplam araçta dört kişi oluyorduk.

Özellikle aybaşlarında inanılmaz bir iş yükümüz oluyordu. Kimi zaman beş yüz elektrik faturası yatırdığımız oluyordu ki, herkesin parasını ve para üstünü tek tek hesaplayıp ilgili kişilere geri iade etmek ciddi bir işti ve bu işler için akademideki odasında çalışan sivil memurumuz Kastamonulu Yaşar abimiz ise o işi yapıyordu…

İlginç bir adamdı Yaşar abi. Koridorda gelen kişinin ayak sesinden, bayan mı erkek mi olduğunu değil, aynı zamanda gelen kişinin yaşını dahi bilebiliyordu. Yılların tecrübesi Yaşar abimiz. Nasıl bir yetenekse…

Karadenizli olup da çevresinde İstanbul’da akrabası olmayan pek nadirdir. Elbette benim de birçok köylüm, akrabam İstanbul’da yaşıyordu. Bu açıdan Yaşar abinin de Kastamonulu olması sürpriz değildi. Kültürel olarak da bana pek uzak biri olmaması nedeniyle ben şahsen kendisini sevdiğimi ve kendisiyle iyi anlaştığımı düşünürdüm. O da beni severdi sağ olsun. Asteğmen ve diğer askeri personelle üst ilişkisi olduğundan onlarla pek samimi olmam mümkün değildi. Yani nihayetinde fakülte bitirmiş olmanın orada bir anlamı yoktu. Bu yüzden aramızda saygı ilişkisi olduğundan Yaşar abi ile daha fazla samimiydim. Yaşıyorsa Allah uzun ve sağlıklı ömürler versin…

Yaptığımız iş gereği İstanbul’un Avrupa yakasındaki her yer bizim görev alanımızdı. Yani biz yer Avrupa yakasında olmak şartıyla her yere gidebilir ve oralarda askeri personelin bize teslim ettiği işlerini takip ederdik. Bu durumda İstanbul’un Avrupa yakasındaki tüm sokak ve caddeleri arşınlamak bizim görevimizin bir gereğiydi. Dördüncü Levent’ten çıkıp Levent, Zincirlikuyu, Beşiktaş, Osmanbey, Şişli, Mecidiyeköy, Eminönü, Karaköy ve elbette Taksim bizim rotamızın ana hatlarını oluşturuyordu. Personelin her yerde bir şekilde işi vardı. Çalıştığı banka şubeleri, mobilya mağazaları, beyaz eşyacılar, kısacası personel nereden taksitle bir alışveriş yapmışsa bizler o ödemeleri yapar, senet varsa senetleri alır, yoksa dekontlarını alır varsa para üstleriyle beraber kendilerine iade ederdik.

O zamanlar benim en çok dikkatimi çeken bina Sabancı’nın ikiz kuleleriydi. Ankara’dan Sabancı’nın kız öğrenci yurdunun önünden her gün geçerken aşina olduğum bu marka, Sabancı ismi İstanbul’a da gidince karşımdaydı. Ne muhteşem yapılardı. Çok yüksek yapılardı. Bak bak bitmiyor cinsinden devasa yükseklikte binalar! Bizim birliğin içinden de görülebilen bu binalar o zaman bana nedendir bilmiyorum ama şöyle bir şey düşündürmüştü! Ya bu askeri birlikler ne kadar da güzel ve merkezi yerdeler. Çünkü diğer askeri birliklerin de yerlerini görmüştüm, sınava girmiştim, sınava girememiştim, evrak götürmüştük vs. Hepsi de çok muhteşem yerlerde, ağaçlı, yemyeşil yerlerdi. Bazılarının içinde hastaneler, spor sahaları, lojmanlar tam bir yerleşim yeri gibiydi. Küçük yerden gelenler için bir askeri birlik neredeyse bir kasaba gibi hatta belki de daha büyüktü. Gelecekte bu askeri birliklerin arazisi özellikle bu denli göç gelmeye devam ettiği sürece ne kadar önemli olduğu gözlerime girivermişti. Fazla açmadan, demem o ki kentin büyüme adına yapabileceği yegâne şeylerden birisinin de zamanla bu arazilerin yapılaşmaya açılacağına dair düşüncemdi. 1987 yılını 1988 yılına bağlayan aylarda ki 1998 yılının Mart ayında terhis olana kadar zaman zaman bunu düşünmüşümdür. Fikrimi söylediklerim “ne saçmalıyorsun sen, askeri birlikler şehir dışına taşınabilir mi bu ülkede” demişlerdi. Ben de onlara hak vermiştim doğrusu. Sonrasında uzunca bir süre yolum bir daha İstanbul’a düşmedi. Bizim gibileri boğan bu şehir; şairler şehri, sanayi şehri, tarih şehri, imparatorlukların başkenti ve elbette görülmeye değer buram buram tarih kokan bir kültür merkeziydi. Elbette bir Karadenizli olarak şunu da biliyordum. Kimse yaşadığı yerden öyle kolay kolay gitmek istemez. İnsan sosyal bir varlık olduğundan sosyalleşemediği durumlarda bunalıma girer. Elbette Karadeniz’in bir ilinden gidip, sonrasında doğduğu köye dönenler, dönemeyenler, dönmek için can atıp da imkânı olmayanlarla doludur.

En nihayetinde ben de onlardan, gurbetteki Karadenizlilerden biriydim. Hala öyleyim…

 

 
Toplam blog
: 2271
: 163
Kayıt tarihi
: 15.10.14
 
 

Bugünün doğrusu yarının eğrisi, dost görünenler düşman ve herşey aslında zıddı olabilir. Büyük ih..