Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Mart '20

 
Kategori
Edebiyat
 

Karanlıktan Aydınlığa

 

sizi bilmem

sabahları severim ben

apaydınlık sabahları…

                               (H.E.)

 

                Kötü bir insanı anlatmak kadar kolay değildir; iyi bir insanı anlatmak.

                Kitaplar da insanlar gibidir. İyileri de var; kötüleri de…

                Aynı insanlar gibi, kötü kitabı anlatmak kolaydır. Ya iyi, güzel ve yararlı kitapları nasıl anlatırsınız? Hele hele bu bir romansa?..

                Özetleyerek mi dediniz?

                Kusura bakmayın ama bu benim hiç sevmediğim bir yoldur. O nedenle A. Yasemin Eren’in Güç Mevsimi adlı güzel eserini de özetlemeyeceğim size.

                Aksine, çok beğendiğim birçok sayfasından birkaç paragraf sunacağım. Okunması gereken bir roman mı, değil mi, siz verin kararını.

                Girişte, “Okur”a şunları söylüyor yazar:

                “İnsan, istediğini elde edebilmek için diğer insanların, doğanın, hatta hayvanların üzerinde gücünü gaddarca sergiliyor.

                Dünya üzerinde yaşanan çatışmaların nedeni iktidar arzusudur. Dünya üzerinde yaşanan savaşların hiçbirinin bize anlatılan nedenlerle başlamadığını biliyoruz.

                İnsan, varoluşu gereği yapısında olumsuz duygular barındırır. Haset, kin, nefret, hırs, intikam vb… Mayasında sapkınlık olan bir insan, bu duygusunu göstereceği uygun bir ortam bulamazsa, tam bir namus timsaline dönüşür. Güçsüzken çok âdil davranır; iktidarı ele geçirdiğinde gerçek kimliğini ve kişiliğini sergilemeye başlar.

                İktidar ve güç seni bozmaz. Aslında bozuk olan sensin!

                Siyasi parti liderleri muhalefetteyken melek gibidir ama iktidar ve gücü ele geçirdiklerinde onları tanıyamazsınız.”

                Onca gerçeği görüp yaşadıktan sonra, bu sözlere katılmamak mümkün mü?

                Ve Suat Hayri Küçük’ten bir alıntı veriyor; öyküsüne başlarken:

                “Ancak eşitler öpüşebilir: Eşitsizlikte öpen ve öpülen olsa da öpüşme gerçekleşmez.”

                Roman kahramanlarından biri Bay Hampton’dır. Kim midir bu bey?

                150 yıl önce dedesi tarafından kurulmuş petrol, ticaret, finans ve bankacılık alanında yaptıkları devasa yatırımlarla çok büyük servet elde ederek dünyanın en büyük gücü haline getirdiği imparatorluğun sahibi ve yöneticisi…

                 Bayan Emma ise bu imparatorluğu dedesi Bay Hampton’dan devralacak biricik varis…

                Dede, torunu Emma’ya bir ders vermek ister. Nasıl bir derstir bu, bakalım:

                Ağzını açmış, önüne geleni yutmaya hazır dev bir balinaya benzeyen kocaman üç katlı bir mağaraya girerler.

                “Emma, neredeyiz sence?” diye sorar dede.

                “Tabii ki bir mağarada…”

                “Haklısın; çünkü dünyanın gerçeklerini bize sunulan haliyle kabul ederiz. Burası, senin gibi, herkesin mağara diye bildiği bir yer. Her şey göründüğü gibi değildir ama Emma. Nesnelerin ardında saklanan gerçekleri gördüğünde aydınlanmış olursun. Şu an algıladığının çok ötesinde bir yerdeyiz.”

                İşaret ettiği korumalar, Emma’yı zincire bağlar. Dede, duvara monte edilmiş öteki zincirleri göstererek:

                “Bunların da, der; senin gibi zincirlenmiş insanlar olduğunu hayal et. Yanındakilerle doğduğun günden beri bu mağarada yaşıyorsun.”

                “Bir ömür tutsak yaşamak berbat!” der Emma.

                “Yan tarafa bak. Ne hissediyorsun?”

                “Karanlığa açılan bir delik, çok ürkütücü…”

                “Seni ürküten nedir?”

                “Bilinmezlik… İçine girdiğimde neyle karşılaşacağımı bilmediğim bir kara delik…”

                “Haklısın. Şimdi iyi bak o deliğin girişine ve söylediklerimi can kulağıyla dinle!”

                Ne söyleyecek bakalım, dünyanın en güçlü şirketinin yöneticisi:

                “Güçsüz insanlar, geleceğin bilinmezliklerle dolu olduğunu söyler sürekli. Bilinmezlik, insanı korkutur. İnsanların en hassas noktası gelecektir. Eğer gelecekten korkmak istemiyorsan, onu yaratman gerekir. Düşün ki, doğduğun günden beri bu mağarada yaşıyorsun. Dışarıya çıkmamışsın hiç. Dış dünyada ne var ne yok bilmiyorsun. Burada görebildiğin şeyleri gerçeğin tamamı olarak algılarsın değil mi?

                “Evet, öyle.”

                “Meraklı ve gerçeği arayan biri bununla yetinmez. Bir gün zincirlerini kırar, ışığın olduğu yana dönerek dış dünyaya doğru tehlikeli bir yolculuğa çıkar.” diyen Bay Hampton, Emma’nın zincirlerini söktürür.

                Sonra torununun elinden tutup ışığa doğru yürür. Mağaradan dışarı çıktıklarında, birden bire ışıkla karşılaşan Emma, gözleri kamaştığı için bir süre hiçbir şey göremez. Gözlerini ovuşturup ışığa alışmaya çalışırken, Bay Hampton burada verir işte dersini:

                “Işık, karanlıktan çıkan insanın gözlerini acıtır. İnsan, gördüğü şeylere anlam vermekte zorlanır. Bir süre dış dünyaya uyum sağlayamaz. Zamanla göz ışığa alışır; güneşe bakabilecek hale gelir. Geri dönüp mağaradakilere bunu anlattığında, onlar bu gerçeği kabul etmekte zorlanır; hatta direnirler. Çünkü onlar, karanlığa alışmıştır. Işığı görmeden önce sen de onlar gibiydin. Işığı gördükten sonra ayrıştın, farklılaştın.”

                Bay Hampton, burada beni, dahası bu yazıyı okuyan sizi anlatıyordu sanki.

                Yalnız beni, yalnız sizi mi?..

                Aynı benim gibi, aynen sizin gibi karanlıkta doğup büyümüş, çok sonraları ışığı görüp ışığı sevmiş, sonra da bu güzelliği, bu nimeti mağaradakilere anlatmayı görev saymış Nâmık Kemal, Tevfik Fikret, Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Mehmet Başaran, Aziz Nesin, Feyzullah Aktan veH. Esat Yavuztürk gibi yazar ve şairleri de..”

                Devam eder Bay Hampton:

                “Gerçeği görmek, ışığa bakmak cesaret ister. Bizi farklı kılan tam da bu: Ölümü bile cesaretle göze almak! Karanlıkta kalmış kişilere gerçekleri göstermek, aydınlatmak istersen, seni orada öldürebilirler. İşte hayat da böyledir Emma. Aydınlanmamış insan, görüntülerle oynar durur. Gerçeğin yansımalarıyla avutur kendini.”

                Emma, dedesini dikkatle dinlerken, biraz önce çıktığı o karanlık mağarada eli kolu zincirlerle bağlı zavallı halini düşünür. Bay Hampton, hiç acele etmeden tane tane anlatır:

                “Dünya güç dengesi üzerine kurulmuştur. Gücü elinde tutmak isteyen insanların mücadelesini anlatır tarih. Niye biliyor musun? İnsanlar hâlâ ilkel beyinleriyle karar veriyor. Bilinçaltımızın gerçek patronu ilkel beynimizdir. Tehlikeyi ve fırsatı ânında fark eder, ona göre davranırız. Güçlü olmak, güçlü kalmak bu nedenle önemli… Hiçbir şey güçten daha etkili değildir. O nedenle yeri geldiğinde acımasız kararlar alacaksın.”

                Dünyanın en büyük gücü haline getirdiği bir şirketin imparatoru, şöyle bitirir sözlerini:

                “Şunu hiç aklından çıkarma. ‘İnsan insanın kurdudur!’Seni farklı kılacak olan, başkalarının gördüklerinin ötesindekileri görmen, hesabını iyi yapıp onlardan daha cesur davranmak...

                “Yapacağın her hamleyi iyice düşün. Her hamlenin bir sonraki hamleyi etkileyeceğini sakın unutma! Gerekiyorsa, en vahşi kurdu oynayacaksın.”

                İçinde bulunduğumuz durumu bundan daha güzel anlatan bir eser okumadım ben bugüne kadar.

                Yalnızca bu bölümü için bile mutlaka okunması gereken bir roman bu.(*)

 

                                                                                                                Hüseyin Erkan

                                                                                              huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

---------------------------------------------------------------------

(*) Güç Mevsimi: A. Yasemin Eren, A7 Kitap Yayıncılık, İstanbul 2020; info@a7kitap.com

 

 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..