Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Eylül '06

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Kaybolan kelimeler

Kaybolan kelimeler
 

Dün kelimelerimi kaybettim…

Teyzem öldü…

Ve kelimelerim birdenbire kayboldular.

Teyzem öldü sabaha karşı,

içimde koca bir boşluk bırakarak öldü,

içimde kelime kalmadı …

Gözyaşlarımın geri gelmesiyse kelimelerimin kaybolması ile aynı zamana denk geldi…

Çok uzun zamandan beri yatağı kurumuş nehirler gibi çekilmişti gözyaşlarım ortalıktan…

Birdenbire geri geliverdiler içimi sarsan, hoyrat, kaba bir istila ordusu gibi, birincisinin şokunu atlatmadan ikinci dalganın , toparlanamadan üçüncü dalganın , dördüncü dalganın ardı ardına , yoluna çıkanı kırıp dökerek, asıp keserek ilerlemesi gibi içimi işgal eden acı atakları eşliğinde ortaya çıkıverdiler gözyaşlarım…

Kelime bulamadım , sustum…

Bir sandalyenin üstüne büzülüp küçücük kalan , taşıyamayacağı kadar ağır acının altında iki büklüm olmuş anneme, titreyerek ağlayan minik kadına, o akkor halindeki acının yakıp kavurduğu küçük bedene sarılabildim yalnızca ve sırtını okşayabildim.

Kelime bulamadım, o bildiğim binlerce kelimeden hiçbiri yerinde değildi…

Bir tek kelime isterdim söyleyebileyim…

Yok, bulamadım…

Yaşama başlamaları hiç de adil bir başlangıç olmamıştı hayatımın bu günkü renklerinin ilk fırça darbelerini vurmuş olan bu iki kadının…

Dramatik ögelerle bezeli oyunun iki talihsiz oyuncusu gibi başlamışlardı yaşama. Annem iki yaşında ve teyzem dokuz aylıkken anneleri ölmüştü.

Masallardaki üvey anne figürü çoğu insan için çok uzak, hayali bir kahramanken onlar için yaşamın ta kendisiydi ve onlar için masallar hiçbir zaman masal olarak kalmamıştı…

Evlilikleri sevdikleri birisiyle yaşamı paylaşmak gibi doğal ve sıradan bir amaç içermekten çok uzakta idi…

Yıllar sonra hasta yatağında ve ölüm döşeğinde onları dışlamış, ezmiş, haklarını yemiş, haksızlık etmiş olmasına rağmen çok iyi baktıkları üvey annelerinden kaçıp kurtulmak dışında, evlenmeleri hiçbir anlam içeremeyecek kadar hırpalanmışlar, ezilmişler, örselenmişlerdi…

Ve yine gerçek dünyanın dışına geçip bir masala dönüşmüştü yaşamı teyzemin…

Anadolu’nun dağların arasına saklanmış ve tüm nüfusu ardında bırakıp geldiği İstanbul’da bir stadyumu doldurmaya dahi yetmeyecek küçük sakin şehrinde, yakışıklı gazeteci kocası ile kötü kalpli cadıdan kurtulan masal kahramanı mutlu, güzel, küçük kız oluvermişti. Masal olsa idi yaşam, burada bitmesi gerekirdi , işte tam burası “… üç çocukları oldu ve sonunda mutlu oldular …” cümlesinin konulacağı yerdi…

Üç çocukları olmuştu ama, üçüncü çocuk babasını ve babası kızını görememişti…

Bir hikaye olsa idi bu hiçbir yazar bu olayı kurguya yerleştiremez, yerleştirse idi hikayesi okuyucu bulamazdı, ama işte yaşam sanatsal kaygı, sempati, antipati gibi duygulardan münezzeh bir şekilde hükmünü yürütmüş ve dehşete kapılmasına bile vakit kalmayacak bir sürecin içerisine düşüvermişti. Kucağında çocukları ve yanında yaşamının sonuna kadar ona destek olan, sakat beli ile iki büklüm yürümesine rağmen nerede ise otururken hiç görmediğim , elinde ya bir toz bezi etrafın tozunu alan, ya da mutfakta o eşsiz ve bir daha asla bulamadığım ve bulamayacağımı bildiğim lezzette köfte ve patatesleri, yürek kızartmalarını hazırlayan babanne ile İstanbul’a gelmişlerdi.

Kendi tanrısı olduğu dinin peygamberliğini de ifa edecek kadar kendi narsizminin içinde debelenen babasının sınır tanımaz egoizminden hemen nasibini almış, destek görmek bir yana enerjisinin önemli bir kısmını da o yönden gelen sorunların çözümüne ayırmak zorunda kalmıştı.

Yaşamın kendileri için yazdığı dramın diğer baş oyuncusu, kardeşi ile bir araya gelmiş olması idi ona güç veren. Önce bir matbaa kurmuştu Cağaloğlu’nda. Yürümemişti…

Kırkyedi yıldır hiç unutmadığım ve uzaklardan gelip de içinden hep beni sevindiren bir şeylerin çıktığı paketlerden birisinden çıkan o güzelim beyaz şortu, o ceplerinin kenarları kırmızı bantlarla süslü , beli üç sıra lastikli, tam beyaz değil de hafif fildişi şortu diken becerikli ellerine kalmıştı işi. Okul formaları işi alıyor, tek başına koca lisenin formalarını yetiştiriyor, yürüyordu.

Yakındığını görmedim …

Ben yakındığını görmedim

Ve bana yakınmamanın güçlü insanlara özgü bir nitelik olduğunu öğreten oydu…

Son zamanlarda şişmanlamış, şekerin tahrip ettiği bedenini hareket ettirmekte zorlanırken bir de kalbi ile uğraşmak zorunda kalmıştı. Nefes alamıyor, nefes alamadığına inanıyordu.

Alanında ülkenin sayılı tıp otoritelerinden birisi olan ve bundan dolayı duyduğu gururla ruhunun beslendiği oğlu, sevgili kuzenim yapılabilecek bütün tahlilleri yaptırıyor ve ortaya çıkan bulguların verdiği güvenle hayati tehlikesinin olmadığını ısrarla söylüyordu…

Son zamanları çok hasta olduğuna bizi inandırmaya çalıştığı , bizim de hasta olmadığına onu ikna etmeye uğraştığımız bir çekişme içerisinde geçmiş ve sonunda o kazanmıştı…

Haklı çıkmıştı…

Haklı çıkanın kaybettiği tuhaf bir oyun sona ermişti…

 
Toplam blog
: 35
: 4404
Kayıt tarihi
: 07.09.06
 
 

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra İstanbul'da 21 yıldır serbest avukat olar..