Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Ocak '18

 
Kategori
Kitap
 

Kaymakam Dediğin Böyle Olur İşte!

Kaymakam Dediğin Böyle Olur İşte!
 

“hâlâ gelişemedik
hâlâ uygarlaşamadık”
diye dövünüp duran dostlar
her zaman ve her yerde
iki kere iki dört etmez mi?
bütün bakkalları market
bütün berberleri kuaför
bütün hastaneleri hospital yaptık
                           yetmez mi?

                                    (H.E.)

İçtiği sigaranın izmaritini, söndürme gereği bile duymadan, evinin penceresinden ya da balkonundan sokağa atan adama kızmaz mısınız?

Ya da trafikte içtiği kolanın şişesini, yediği meyvenin kabuğunu arabanın penceresinden dışarıya fırlatanlara?..

Hele hele bir kâğıdı küçük küçük parçalara bölerek -yararlı bir iş yapıyormuş gibi sanki- gururla caddelere savuranlara?..

Eşim Güler gibi, kızım Dilem Gözde de ayıplar bu muhteremleri, bu yıl üniversiteye başlayan torunum Erim Erkan da...  Ben mi? Ben, güzel bir sıfatla çınlatırım kulaklarını. Ayrıca:

 “Ne yapıyorsun kardeşim? Arabadan dışarıya çöp atmak ayıp değil mi? Ne hakkın var, birlikte yaşadığımız bu şehri kirletmeye?” dercesine selektörü sık sık yakıp söndürünce, elini pencereden çıkarıp “Ne var, ne oldu ki, selektör yakıp duruyorsun? Manyak mısın, nesin?” deyip o da beni uyarır; bir güzel!

Bizim, 1980’lerdeki Vezirköprü Kaymakamımız Turan Eren, bu konuda da ilginç bir anı anlatmış; Üç Dilek adlı eserinde:

Bir kış günü, memleketi Malatya’ya giderler ailece. Şehre girdiklerinde, kızı Yasemin, arabanın penceresinden ufacık bir kâğıt parçası atar yola. Malatya doğumlu olan ağabeyi Erhan, kardeşine dönerek sert bir şekilde, “Benim şehrimi kirletemezsin.” der.

Kirletirim, kirletemezsin tartışması kavgaya dönüşünce, Erhan vurmaya başlar kardeşi Yasemin’e. Babaları, arabayı yana çekip oğluna, yaptığının doğru olmadığını söyler. Erhan, “Babacığım, ne olursa olsun, benim şehrimi kimse kirletemez.” deyince, “Tamam oğlum, kardeşin bundan sonra kâğıt atmayacak.” Der; babası. Bunun üzerine Yasemin de, “Ne bileyim. Hiç düşünmeden atmıştım. Bir daha atmam.” deyince, kavga tatlıya bağlanarak bitmiş olur.

Bazılarına “çok basit, önemsiz” gelebilir bu anı. Bana sorarsanız, hiç de basit ve de önemsiz değil. Henüz 7 - 8 yaşlarında bir çocuğun, “Benim şehrimi kirletemezsin.” deme bilincine ulaşması çok önemli. Düşünün ki, 38 – 40 yaşlarına gelmiş, cebinde yüksekokul diploması taşıyan bay ve bayanların bile -maalesef- ulaşamadıkları bir bilinç düzeyidir bu.

Şunu çok merak ettim: Erhan, o yaşta bu bilince nasıl ulaştı?

Annesi Hâkim Semra Hanım mı etkili oldu, ilkokul öğretmeni mi, yoksa?

Bilmiyorum; bu sorunun cevabını. Ve gerçekten merak ediyorum. Bugünlerde 40 yaşlarında olan Erhan Eren, tesadüfen bu yazıyı okur da bir cevap verir mi, onu da bilmiyorum. Bekleyelim bakalım.

“Trafik canavarı” diyerek hayali bir suçlu yarattık son yıllarda. Böyle diyerek, suçu üzerimizden attık. Oysa ki, yok böyle bir canavar.

Canavar olan biziz, biz!

Kurallara uymayan, aklını kullanmayan biz!.. “Ben senden akıllıyım. Ben senden üstünüm. Ben senden daha açıkgözüm.” deyip kuralları göz göre göre çiğneyenlerdir; canavar.

1980’li yılların ortalarında Vezirköprü ilçesinin Habipfakılı köyünde 12 öğrencinin öldüğü, 54 öğrencinin yaralandığı trafik kazası da, bence, gerçekte bir kaza değil, cinayet...

Bakın, nasıl olmuş, bu feci kaza:

Mevsim, ilkbahar… İlkokul öğrencisi 66 çocuk, bir traktör römorkuna doldurulup piknik için kırlara götürülür.  Kunduz denen yörede yenilip içilir, oynanıp eğlenilir. Dönüşte yine traktöre balık istifi binilir. Köye doğru yol iniş aşağı, oldukça dik ve virajlıdır.

Traktör kullanma ehliyeti var mı, yok mu bilmediğimiz şoför, vites atar. (Sanırım; “Nasıl olsa yokuş aşağı, gereksiz yere mazot yakıp masraf olmasın!” diye düşünüp vitesi boşa alır.)  Traktör hızlanır… Sürücü, tekrar vitese geçirmek ister ama başaramaz. O hıza dayanamayan traktöre bağlı römork devrilir. 66 öğrenciden 12’si oracıkta can verir. 54 de yaralı…

Kaymakam Turan Eren bu acı haberi alır almaz, ilçedeki tüm sağlık kuruluşlarını harekete geçirir. Resmi ve özel tüm araçları olay yerine gönderir. Samsun Valisi, Emniyet Müdürü ve hastanelere bilgi verilir. Bütün hastanelerin acil servisleri, ameliyathaneleri, bütün doktorlar ve yardımcı sağlık personeli alarma geçirilip hazırlanır. Elbirliği ile son derece güzel planlanıp uygulanan bu düzenleme sonucu, çok ağır yaralı çocuklar bile kurtarılır.

Olay yerinde can veren 12 çocuğun cenaze töreni için Habipfakılı köyüne gider Kaymakam. O güne kadar hiç görmediği, köyün bir ileri geleni ile 12 cenaze evini tek tek ziyaret edip başsağlığı diler.

Kaymakam çok üzgündür. Köyün ileri geleni, “Evet Sayın Kaymakam Bey, 12 çocuğumuzu kaybettik; bu çok üzücü elbet. Ama ne kadar üzülürsek üzülelim; onları geri getiremeyiz. 12 çocuğumuzu kaybettik ama 54 çocuğumuzu da kazandık.” diye teselli eder, Kaymakam’ı.

Evet ya! Kaymakamlık, Valilik, Emniyet, Sağlık ve Millî Eğitim teşkilatı el ele verip güzel bir plan yapıp uygulamasaydı da, ağır yaralı çocuklarımızdan -kan kaybından dolayı- bir o kadar daha kaybedilseydi!

İşte bu teselli bir ilaç gibi kendine getirir Kaymakam’ı. Köyün ileri geleni, koluna girip sürekli teselli edici sözleri söyler. Mezarlığa gidilir. Kısa bir konuşma yapar Kaymakam.

Tören bitip köyden ayrılacağı zaman, köyün ileri geleni, “Kaymakam Bey, köyümüzün bu acıklı olayında gösterdiğiniz ilgi ve çaba son derece takdire değer. Bizimle birlikte üzülüp bizimle birlikte gözyaşı dökmeniz beni gerçekten derinden etkiledi. Kaymakam dediğin, yönetici dediğin böyle olmalı. Milletin derdi ile dertlenmeli, milletle ağlayıp milletle gülmeli… Vezirköprülüler olarak biz ne şanslıyız ki, sizin gibi bir Kaymakamımız var.” diyerek uğurlar; değerli konuğunu.

 Bence, bu tür olaylarda, “Allah’ın bir takdiri” deyip de suçu bilinmeyen bir güce yüklemek yerine, “Kulun taksiri nedir?”  yani, “Bizim suçumuz, bizim kusurumuz ve günahımız nedir?” diye sorup araştırmalıyız. Böyle yaparsak, benzer hataları tekrarlamayız. Yoksa, yinelenip duran aynı yanlışlar nedeniyle, gözümüzden yaş hiç eksik olmaz.

Vezirköprü’de, Altınkaya Barajı tamamlanır o yıllarda. Su tutulmaya başlayınca, birçok köy ve mahalle su altında kalacağı için yerleri değiştirilir. Bunlardan biri sekiz mezralı Kuruçay köyüdür. Yer değişimi tamamlanıp yolu da yapıldıktan sonra, Kaymakam Turan Eren gider; bu köye. Karşılayıcılar yollara dizilmişler. En önde 80 yaşlarında bir köylü… Muhtar ikinci sırada…

Kaymakam arabadan inip onlara doğru yürür. Sıra başındaki yaşlı adama uzatır elini. Adam, Kaymakam’ın elini sıkacağına öpüverir. Kaymakam’ın hiç beklemediği bir durumdur bu:

“Amca, bak, senin torunun yaşındayım. Niçin öpüyorsun elimi?” diye sorar sertçe.

Bakalım, ne cevap vermiş köylü:

“Kaymakam Bey, Kaymakam Bey! Ben torunum yaşında bir gencin, bir çocuğun elini öpmüyorum. Ben devletin elini öpüyorum. Hem öyle bir devlet ki, köyümüze ilk kez yol getiriyor; elektrik getiriyor; okul getiriyor. Böyle bir devletin yalnız elini değil, ayağını da öpmek gerekir.”

Yüzyıllardır kendisinden hep alınmış, hiçbir şey verilmemiş olan köylülerimizin, kendisine güler yüzle hizmet götüren devletimiz ve onun temsilcisi olan yöneticisine duyduğu minnet ve şükran hissinin bundan daha güzel bir ifadesi olabilir mi?

Hüseyin Erkan               

huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..