- Kategori
- Gezi - Tatil
Kaz Dağları'nda bir gün
Daha Akçay'a girerken tabelaları karşılıyor bizi. "Nefes alıyorsanız, Kaz Dağları'ndasınız" diyor biri, "Bize emanet" diyor öteki. Birkaç yıldır büyük bir tutkuyla gitmeyi istediğim Kaz Dağları'nın eteklerindeyim nihayet ve zirve beni bekliyor.
Kaz Dağları için 32 ila 28 arasında değişen bir rakam var endemik bitki türleri açısından. "Endemik" derken, sadece Kaz Dağları'nda görülen bitki türünden bahsediyorum. Rakamın değişmesinin sebebi, dört bitki türüne başka yerlerde de rastlanmış olması, yani bugün aslında 28 endemik bitkiden bahsetmek mümkün.
Kaz Dağları'nın zirvesine çıkmak istiyorsanız alan kılavuzu almak zorundasınız. Dolayısıyla arabanızda alan kılavuzu için de yer olması gerekiyor, alan kılavuzunu ise Zeytinli Köyü içerisindeki irtibat bürosundan alıyorsunuz.
Alan kılavuzları, Kaz Dağları'nın korunması için vargüçleriyle çalışıyorlar. Bizim alan kılavuzumuz bize bu konuda önemli bilgiler verdi. Basına hiç yansımayan eylemlerinden söz etti. Altın araması yapılmasına karşılar haklı olarak, bu coğrafyanın korunması gerekiyor. Bunları dinleyerek girdik Milli Park sınırları içerisine. İlk molamızı 800 metrede verdik ve eski orman yolları üzerinde yürümeye başladık.
Günümüzde Kaz Dağları'nın milli park sınırları içerisinde kalan bölümünde ormancılık yapılmadığından, eski orman yolları bugün Kaz Dağları'nı ziyarete gelenlere hizmet ediyor. Alan kılavuzu da tam bu sebeple gerekli, yolları takip edebilmeniz için ve biliyorum "siz" yapmazsınız ama, içeride umarsızca bitkileyi toplamayın, etrafa çöplerinizi bırakmayın, ateş yakmayın diye...
Tüm bu önlemlere rağmen gördük gerçi kül kalıntıları, şişeler, kağıtlar, topladık gördüklerimizi. Yürüyüşlerimizde henüz izleri taze hayvan dışkılarına rastladık. Dağın soğuk sularından içtik. Bol bol temiz hava soluduk elbette. Bildiğimiz yeşil eriğin atasının, daha doğrusu yabani eriğin tadına bakma şansımız oldu. Bir gün eğer ki aşağıda bir yerlerde erik tükenirse, yeniden üretmek için insanların ihtiyacı olacak yabani eriğe...
İlk molamızdan sonra tırmanışa devam ettik. Gözünüzü dört açmanız gerekiyor bu tırmanış esnasında, karşınıza her an aslında görmeye alışık olduğunuz sincap gibi hayvanların yanı sıra, domuz sürüleri, tilki, kurt gibi hayvanlar çıkabilir. Bir de ayı var tabii, hani görmeseniz daha iyi diyorlar. Ne yapacağı belli olmaz zira...
İkinci molamız zirveye yakın bir noktada. Yolun iki bölgeyi ayırdığı kabul ediliyor, bir yana gittiğinizde Marmara, öbür yana gittiğinizde Ege Bölgesi'ndesiniz. Hava gitgide soğuyacak zirveye yaklaştıkça tabii ki, bu yüzden aşağıda hava kırk derece de olsa tedbirli çıkmanızda yarar var.
Biz de her tarafı ağaçlarla kaplı bir yolda ilerlerken, etrafımızdaki kızıl çamların artık kara çam'a dönmesi ve bir süre sonra da ortalığın çıplaklaşmaya başlamasıyla anlıyoruz zirveye yaklaştığımızı. Zirveye yakın bir noktada, Sarıkız'ın temsili mezarı var. Bu dağın efsanelerinden biri Sarıkız. Efsaneyi anlatayım:
Sarıkız ve babası, Kaz Dağları'nın eteklerindeki bir köyde mutlu mesut yaşarken, Sarıkız'ın babası "ben artık daha fazla yaşlanmadan hacca gidip gelmek istiyorum" diyor. Sarıkız'ı da köyde çok güvendiği bir aileye bırakmış. Sarıkız'ın güzelliğine ulaşamayan delikanlılar, Sarıkız hakkında "herkesle yatıp kalkıyor" şeklinde bir dedikodu çıkarmış. Babası hacdan dönünce, herkesin ona karşı tavır aldığını görüp, "hayrola" diye sorunca bu dedikoduları ona yansıtmışlar ve babasına düşen görev Sarıkız'ı öldürmekmiş. Babası ona kıyamadığından, Sarıkız'ı alıp Kaz Dağları'nın zirvesine bırakmış, nasılsa burada ölür diye düşünmüş. Bir süre sonra dağa gittiğinde görmüş ki Sarıkız, kazlarıyla birlikte mutlu mesut yaşıyor. Babası su isteyince Sarıkız elini uzatıp körfezden su vermiş babasına ve babası anlamış ki bu kız ermiş. Baba-kız, o dağda ölmüşler ve orada Sarıkız'ın temsili bir mezarı var bu efsaneden beslenen.
İşte o mezara kadar çıktıktan sonra, artık geri dönüş vakti gelmişti bizim için de. Tekrar aşağı doğru inmeye başladık ve yine bir noktada, bu kez yemek molası verdik. Yemek molamızdan sonra bu kez bir saat süren bir yürüyüşe başladık. Kelebekler, ağaçlar eşliğinde, kozalakla kaplanmış bir yolda, gözlerimizle her yeri tarayarak yürüdük. Dönüş yolumuzda yağmur başladı, yağmurdan bile şikayet etmedim. Etrafıma büyülenmiş bir şekilde bakarken bir ses duydum, "bakın bir domuz sürüsü..." On kadar domuz önümüzden geçiyordu koşturarak.
Geri döndüğümüzde, yediğimiz erik, kokladığımız kekikler, gördüğümüz çiçekler, ağaçlar, bir sansar, bir sincap ve yaban domuzu sürüsü ile, yaşadığımız gün yanımıza kar kaldı. Aslında her on beş günde bir çıksak, farklı şeyler görürüz mutlaka. Sürekli değişen bir doğa var çünkü.
Bir gün tekrar gelmek dileğiyle ayrıldık dağdan. Kalbimiz, gönlümüz orada kaldı. Sabahattin Ali'nin gördükten sonra "benim meskenim dağlardır..." dediği yerde...
Kaz Dağları'nın maalesef sadece bir cephesi milli park ilan edilmiş ve öbür cephesinde hala her türlü şey serbest. Kaz Dağları, siyanürle altın arayan madenciler yüzünden tehlike altında. Oksijeninizi feda etmeyin, sesinizi çıkarın. Bu vahşete daha fazla seyirci kalmayın. Altından daha önemli şeyler var o dağda. Kaz Dağları'na kıymayın!