- Kategori
- Öykü
Kendime yabancılığımın yolcusuyum bu gece…

...
Yıllar önce gelmişti buralara. Elinde valizi ve ardında yitirdiği dünyalar. Şimdi ise yarattığı dünyaların ardına gelmişti. Hiç değişmemişti yaşadığı bu şehir, bu mahalle. Şu köşedeki gülümseyen taş bina ve altındaki küçük bakkal. Kesme taşlı yollar, caddenin ortasına uzanan yeni yıkanmış çamaşırlar, çocukların cıvıl cıvıl sesi ve yan yana dizilmiş, sırt sırta vermiş eski Rum evleri. İşte kendi evi de o evlerin arasından kendisine her zamanki sıcaklığıyla gülümsüyordu. Ne çok hatırası vardı bu evde. Bu ev kısacık bir zamana rağmen derin izler bırakmıştı kendisinde. Ve izlerini taşıyordu hâlâ.
Yalnızlığını, hüznünü, hayallerini, umutlarını işlediği bu ev hâlâ eski evdi. Yabancılaşanın kendisi olduğunu hissetti. O evde yıllar önce yaşayan kişi kendisi değildi artık. O yıllarda hayatını, yitirdiği dünyaların üzerine kurmuştu, şimdi ise yarattığı dünyaları toplayıp gelmişti. Artık hayallerinin yerini gerçekler zapt etmiş, masallarını yitirmiş, hüzünlerini geçmişe gömmüştü. Kendisine gülümseyen eve adımlar kala duraksadı. Duraksamanın ardına bir adım daha atamadı. Yılların yorgunluğu bacaklarındaki dermanı bir anda alıvermişti sanki. Artık buralara ait olmadığını anladı o anda. Yiten derman değil aitliğiydi bu kente, bu mahalleye, bu eve… Kaleminden damla damla dökülen bu şehir hiç değişmemişti. Yitikliği yoktu geçmişe dair. Yabancısı değildi buraların ama kendisine yabancılığı binmişti omuzlarına.
Onca yolu aşıp geldiği, yıllar önce ardında bıraktığı, bu hayatla yüzleşmeye cesareti yoktu. Gerisin geri attı adımlarını. Bir adım daha atmaya niyetlendiği sırada Prenses dolandı ayaklarına. O an olduğu yere oturup hüngür hüngür ağlamaya başladı. Prensesin dokunuşu biriken hüznünü gözyaşına çevirmeye yetmişti. Şimdi damla damla dökülen hüznüyle kucağına aldı prensesi. Islak dudaklarıyla defalarca, hasretle öptü, doya doya sarıldı ona. Prenses’te yüzünü yalıyordu. Sil gözyaşlarını, ağlama der gibi. Kendisine geldiğinde arkasında birinin dikildiğini fark etti. Arkasındakinin gölgesi düşüyordu önüne. Gölgesinden tanıdı onu. Evet, bu Feza’ydı. Mahalledeki tek arkadaşı Feza... Kedisi Prenses’i giderken ona bırakmıştı. En iyi o bakabilirdi Prensese. Yanılmadığını bir kez daha anladı işte. Prenses küçük bir canavar gibiydi.
Pembeleşen yüzü ve ıslık yanaklarından utanarak döndü arkasına. Feza onu böyle anlarını çok görmüştü. Ama yine de utanmıştı.
… Merhaba Canım. Hoş geldin. Neredesin bakim onca yıldır? Ne bir telefon ne bir mektup ne de bir haber…
Daha sitem edecekti ama vazgeçti.
… Merhaba Feza.
Hoş bulduk diyemedi. Her şey hoştu ama bulamadığı kendisi vardı işte.
… Biliyorsun. Dedi sonra.
Yüzündeki yaşları sildi. Sarıldı Feza’ya yılların hasretiyle.
… Canım ne çok özlemişim seni, Prenses’i, bu mahalleyi ve bu şehri.
Tutamadı yine kendisini. Feza’nın omuzlarına düştü yine, eskisi gibi, damla damla gözyaşları. Feza’da tutamadı kendisini. Okşadı saçlarını.
… Ağlama be kuzum. Bak beni de ağlatacaksın. Oysa o da ağlıyordu bunu derken…