- Kategori
- Edebiyat
Kentlerin şiir dolu senfonisi... [1]
![Kentlerin şiir dolu senfonisi... [1]](https://iblog.milliyet.com.tr/imgroot/blogv7/Blog333/2011/09/11/46/49098-3-4-fdb24.jpg)
Modern Türk şiiri başlangıcından bugüne incelenirse, şiirde kentin ve kentteki şiirin temasal zenginliğini, en özgün anlatan şairlerin başında Özkan Mert gelir.
Kent günümüzde, modern yaşamın parmak izlerini taşır.
Şiirdeki mekân, zamanla açımlar yaparak temaya yansır. Şiirdeki mekân olarak kent ise, tema ile olanaklıdır.
Özkan Mert şiirinde kent, aşk ve şiirle buluşur. Bu buluşmada şairin geçmişi, yaşadığı günlerin hisleri, tutkuları ve bunların parmak izleri birleşmekte ve onu yeni bir bütünlüğe taşımaktadır: Aşk’a...
İlk şiirlerinden başlayarak, şair kentin ortasındadır; dünyadaki kaosun odağındaki minik bir maket olan kent, şair için modernitenin ve aşkın dünyaya açılan “eşiği”dir. İlk şiirlerinde dünyaya sataşması, coğrafyalara hızla dalışı ve bunlar arasında şaşırtıcı bağlantılar kuruşu düşündürücüdür. O ilk şiirlerde “Laterna çalıyor İstanbul’da bir ihtiyar”, “Paris’te modası geçmiş bir gece / Sein kıyısında Tanrı’nın ayakkabıları”, “dünyanın içinden trenler, lokantalar geçiyor” [1] dizeleri, şiirlerini ilk kez radyodan dinlediği “Enver’in meyhanesi”nde “Asyalıyım Yarem Derindir” demesi şiirinin gelecekteki yoluna dair ipuçlarıdır. Şair, kollarını yavaş yavaş bütün dünyaya açmış, sınırları ortadan kaldırmaya başlamıştır. “Kahraman Kalbim”de dediği gibi, artık koşmaktadır, ancak dünyanın kollarına doğru bir koşudur bu: “Van’a doğru giden / Bir trende / Ve Çin’de anlatılır / Bir piyade erinin / Horasan’da çektirmiş olduğu / Çiçekli ve kırmızı fotoğrafı / Aşklı, gözyaşlı karısı / Kuru güller sıkıştırılmış mektupları.” Böylece herkese bir şeyler söyleyebilmekte, dünyadan güzel düşleri olduğunu dillendirebilmektedir.
Özkan Mert şiirinde kentler ve coğrafyalar sürekli bir çalkantı halindedir, aşkla, tutkuyla, heyecanla salınmaktadır. Şair bunun için en uygun metaforları kullanır. Çünkü şiir donmuş bir kavram değil, benzersiz bir varoluş biçimidir. Onun şiirinin saati kavramlara değil, ışıltıyla titreyen, okuru da heyecanlandıran, şaşırtan imgelere ayarlıdır.
Özgürlük isteyen, sokaklarda elde pankartlar, “Diren ey kalbim!” diyen gençlerden sonra ilk kitabı “Kuracağız Her Şeyi Yeniden”in çıkar çıkmaz yasaklanması ve hapis cezası nedeniyle “Afrika kabilelerinde bile düşünce suçu yok” diyerek, İstanbul’dan bindiği trenle yurtdışına çıkar. “Geçip gitmiştir Orta Avrupa şehirlerini”, bir “dantel işleme” olan Budapeşte’yi. Böylece hep anlattığı, çoktan şiirlerine girmiş olan dünyanın ortasında, bir sürgün olarak bulur kendini. Almanya’da on ay gezerek çalıştıktan sonra, esas serüven başlar: “Bir gün iş çıkışı birahanede bira içiyorduk. Orada masanın altında Almanca yazılmış bir broşür buldum. İsveç üzerine yazılmış çok güzel, renkli fotoğraflarla dolu bir broşürdü. İsveç’te yüz bin göl varmış. Nüfusu sekiz milyon olduğuna göre, seksen kişiye bir göl düşer. Sarışın dilberleri, doğası ve binlerce adasıyla meşhurmuş. Okumak isteyenlere burs ve iltica hakkı veriyorlarmış. Bardağımdaki son bira yudumunu da içtikten sonra ‘Hamdullah’ dedim, ‘Ben İsveç’e gidiyorum’.” [2]
Özkan Mert bu noktadan itibaren hiç bilmediği bir kültürün, dünyanın dört bir yanından gelen mültecilerin, bambaşka bir hayatın içinde bulur kendini. Dili gibi şiiri de bu noktada büyük bir çalkantı içindedir. Bir süre yazmaz, İsveççe öğrenir ve dilsel uzayın koordinatlarını belirler.
1982’de yayımlanan “İşte Hayat! İşte Ölüm ve Tarih!” adlı kitabı, sürgünlüğün, vahşi ama güzel yaşantı ırmağının izdüşümleri, dip akıntılarıyla kaynaşır. Tıpkı Lund kentine girişi gibi, “Bir şehre trenle girer”, “Terk etmeden beş dakika önce / Bulunduğum bütün şehirler / Gergin işlek karnın senin / Ensemden aşağılara yayılan / Isı” der.
Hint Mihracesi’nden Valansiya Portakalı’na, Beşlikler’den Ateş Hattındayız Bir Kentin’e dek, şiirleri farklı kimliklerle ve Stockholm’ün şaşırtıcı gerçeküstü görüntüleriyle dolmuştur: “Sanki şehirler yoktu bir zaman, / kuşlar yoktu, savaşlar, aşklar... / (…) İşte! Ateşler ve zambaklar ülkesi / Baltık’tayız // Baştan başa yarıp geçiyor / 6:45 banliyö treni Stockholm’u. / Karşımda oturan çay bardağı gibi bir kadın. / (…) Ne kitaplar kurtarır bu şehri / ne de ortalama bir aşk / (…) Terli terli akar gider trenler / sırtlarında koca koca kentlerin solukları / Ve arkamızdan salladıkları dostların / mendil değil, beyaz güvercinler. // Altın gözlü kısrağım benim / Haydi! Uçur beni Gediz’e .” Bu görüntüler çocukluğunun geçtiği Konya, ilkgençlik yıllarını geçirdiği İzmir ve Ankara’yla sarmaldır. Şiirsel gerilim, kentlere, aşka, heyecana ve insan yaşamına, hayata duyulan entelektüel merakla kaynaşmıştır.
Özkan Mert, ucunu Stockholm’e saplayarak pergelini tüm dünyaya açmıştır. O pergelle çizmiştir şiirinin coğrafyasını. Bu coğrafya yalnız doğasıyla varolmaz, insanıyla, yaşantısıyla, kültürel kimlikleriyle katmanlaşır şiirlerde. “Şakaklarını çarpa çarpa, dans eden sokaklarından geçmiştir” kentlerden, “hiç bilinmeyen bir planetten”, “bir mültecinin mektubu”ndan taşmış, 1987’de yayımlanan “Stockholm’de Mavi Saatler”e dek uzanmıştır. Bu kitapta şiiri gırtlağından yakalamıştır ve şiirlerde kent izleği, geniş bir yer tutmaktadır. “Kalbi dünyanın ortasında bir menekşe”dir: “Turuncu saatlerle kuşatılmış / bir İskandinav kentinin kahvehanelerinde / hiçbir şeyi yönetemiyorsun. Kalbini bile. // Bu Kuzey kentlerinde hüzün / bir likör tadında, / ve ne zaman öpsem bir Fin güzelini boğazından / katiyen hoyrat bir kırmızı dudaklarında.”
Bu kitapla birlikte kentler, yer yer masalsı, ancak bütününde şiirsel gerçekliği “büyülü gerçekliğe” sürükleyen bir anlayışla yer almıştır Özkan Mert şiirinde. Böylece başta şiirinin başkenti sayılabilecek Stockholm ve İzmir olmak üzere, tüm coğrafyalar ve kristalize olmuş imgeler, soluk almış, gömleğinin yakasını yırtmıştır.
Artık kenti “güvencinler sallamakla”, “dünyaya girer gibi şiire girmekte”, “bir kentten kaçarken, bir başka kent açılmaktadır gözlerinde”. Çünkü “Sapanımda İnce Güzel Bir Taş” şiirinde dediği gibi: “Bir şiir bir kent’i yıkabilir / Doldur kelimeleri Ateeeeeeeş!”. Dünya yüzüne çarpmaktadır. Bir yanda “hülyalı İzmir sokaklarında” sihirbazlık asistanlığı yapmakta, “uçan kuşları kiloyla satanları” tanımakta, diğer yandaysa “Atlantik’te bir akşam”, “cebimde meridyenler ve kırmızı gazoz kapakları / sarıl bana sevgilim sarıl! / Kuş sesleri geçsin aramızdan // Yırtmacından öperim seni!” demektedir.
Şiirlerde Baltık’tan İzmir’e, El Salvador’dan Çin’e, kentler arasında savrulup durur. Kitapla aynı adı taşıyan metinde bunu belirtir: “Hayatım parça parça. Bir parçam İzmir’de mor yağmurlar altında ıslanmakta. Bir parçam Amsterdam’da liseyi yeni bitirmiş genç bir Türk kızının kalbine gömülü. Bir parçam Ankara’daki öğrenci yürüyüşlerinde haykırmakta.”