Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Şubat '12

 
Kategori
Dostluk
 

Kimsenin yaşamadığı ev

Kimsenin yaşamadığı ev
 

Bir zamanlar, uzaklarda küçük bir köyde, yüksek taş duvarları ve muhteşem bir girişi olan, kocaman eski bir ev vardı. Fakat bu ev, köydeki tüm diğer evlerden farklı olarak, gelenleri hoş karşılamayan, soğuk bir evdi. Pencereleri sıkıca mühürlenmiş, kapıları kilitlenmiş ve çok uzun zamandan beri kimse içeri ayak basmamıştı. Köydeki diğer evlerin tümü, mutlu ailelerle doluydu, fakat bu evde hiç kimse yaşamıyordu. Ev tamamen terk edilmişti.

Her gün, köy halkı oradan geçerken durur, gözlerini eve dikerek fısıldaşırdı. “Ne kadar garip bir eski ev; orada tamamen yalnız başına, çok büyük ve boş olarak duruyor!”

Ev şaşırmıştı. “Benden ne istiyorlar?” diye merak etti. “Ben sadece burada duruyorum; kimseye rahatsızlık vermiyorum. Neden bana dik dik bakıyorlar? Pencerelerimin boyası mı soyulmuş? Yoksa menteşelerim mi paslanmış?”

Ev, bir zamanlar çok güzel döşenmişti ve şimdi her şey gayet düzenli bir şekilde duruyordu. Mutfakta yeterince tabak, yemek odasında kristal bardaklar ve antika gümüş sofra takımı, misafir odalarında düzgün yapılmış yataklar ve her masanın üstünde bir masa örtüsü vardı. Fakat ev çok sessizdi – fazla sessiz! Pencereleri kaplayan ağır perdeler, güneş ışığının içeri girmesini engellemişti; evin içi karanlık ve kasvetliydi.

Ara sıra, yemek masası sofra takımını neşelendirmeye çalışırdı. “Haydi, tabaklar, dizilin bakalım,” derdi.

“Neden?” diye sorardı tabaklar. “Kim bize yemek dolduracak?”

“Mumlar, inin raflardan aşağı!” diye masa emrederdi.

“Neden? Kim yakacak bizi?” diye cevaplardı mumlar.

Son olarak, masa yemek odasındaki güzel avizeye döner, “Avize, haydi aydınlat evi! Kimsenin sayamayacağı kadar çok lamban var,” derdi.

“Fakat ışığımı açacak kimse yok,” diye cevaplardı avize. “Hatta kendi kendime açabilsem bile, kim görecek ki?”

Sonunda, ev o kadar sıkıcı ve kasvetli hale gelmişti ki, kavga etmekten başka yapacak hiçbir şey kalmamıştı. Böylece, kaşıklar çatallarla, hangisinin daha önemli olduğu üzerine tartıştılar. Merdiven, çok tozlu olduğu için halıya huysuzlanarak gıcırdadı. Lavabo, su akıtmadığı için musluğa kızdı. Küçük masa lambası bile avizeyle kavga etti.

Ev, üzgün üzgün etrafına baktı. Bir şeyler yapılması gerektiğini fark etmişti. Fakat ne? Ne yapılmalıydı? Aniden, evin aklına bir fikir geldi.

“Şömineye soracağım,” diye karar verdi. “Şömine çok bilgedir çünkü her şeyden önce o inşa edilmişti.”

Fakat şömine derin bir uykudaydı. Ev, onu uyandırmak için, bacanın içinden bağırmaya çalıştı. Ne yazık ki, bu çabasıyla sadece her yere kurum dökmeyi başarmıştı ve şömine hâlâ uykudaydı. Yine de inatçı ev vazgeçmedi.

“Tabaklar,” diye haykırdı ev. “Haydi, şömineyi uyandırmaya çalışalım! Eminim ki o ne yapmamız gerektiğini bilecek. Yapabildiğiniz kadar gürültü yapın.”

Anında, tabaklar takırdamaya başladılar. Birazdan diğerleri de onlara katıldı: şamdanlar şangırdadılar, çatallar ve kaşıklar birbirlerine çarparak şıngırdadılar, avize sallandıkça ahenkli sesler çıkardı. Yataklar bile ayakları üzerinde, aşağı yukarı zıpladılar. Hep beraber öyle patırtılı, takırtılı ve şangırtılı bir gürültü yaptılar ki, evin çatısında yuva kurmuş kuşlar uçarak kaçtılar.

Nihayet, şömine uyandı. “Oldukça kötü bir durumda olmalısınız,” dedi eve, esneyerek. “Yoksa neden beni uyandırmak için bu kadar zahmete giresiniz?”

“Tavsiyene ihtiyacımız var,” dedi ev. “Bir şey fena halde yanlış, fakat ne olduğunu bilmiyoruz.”

“Oldukça basit,” diye cevapladı şömine. “Bilmemenize şaşırdım.”

“Peki nedir? Söyle bize!” diye ev ısrar etti.

“Altın bir kural vardır: sıcaklığınızı başkalarıyla paylaşmalısınız. Bakın bana, ateşim yandığı zaman, bu sıcaklığı kendime saklamıyorum. Onu başkalarıyla paylaşıyorum. Köydeki diğer her ev, ailesine sıcaklık ve rahatlık veriyor, fakat sen, birileriyle paylaşmayı reddederek, orada tek başına duruyorsun. İşte bu yüzden mutsuzsun ve kendi aranızda kavga ediyorsunuz.”

Ev çok şaşırmıştı, ama şöminenin haklı olduğunu kabul etti. Bu altın kuralın, herkes tarafından benimsenmesi gerektiğine karar verdi. Hemen ertesi sabah, perdeleri geri çekerek, odaları havalandırmak üzere evin tüm pencerelerini açtı. Aynalar çok mutluydular; yıllardan beri ilk kez güneş ışığını yansıtıyorlardı! İşte, mucizevi bir şekilde, bütün kavgalar durmuştu.

“Yer bezleri ve toz bezleri! Yerleri yıkayın ve örümcek ağlarını temizleyin! Musluk, onlara su ver!” diye şarkı söylercesine seslendi ev.

Çok geçmeden, ev temizlenmişti ve pırıl pırıl parlıyordu.

“Yemek masası! Misafirlerimizi karşılamaya hazırlanın!” diye seslendi ev.

Derhal, tabaklar kar gibi beyaz masa örtüsü üzerine dizildiler ve hemen yanlarında çatallar, bıçaklar ve kaşıklar düzenli bir şekilde yerlerini aldılar. Yemek masası keyifle dans etmek istiyordu, fakat hiçbir şeyin düşmemesi için çok sakin ve hareketsiz durdu.

Yemek saati geldiğinde, ev misafirler için kapılarını sonuna kadar açtı. Köy halkını o kadar güzel ve hoş karşıladı ki, kimse daha önce böylesini görmemişti. İnsanlar içeri bakınca, aslında onlar için hazırlık yapılmış olduğunu anladılar.

“Bak!” dediler hayretle. “Akşam yemeği hazır!”

İşte böylece, bu kocaman eski evde, bütün köylüler hep beraber harika bir akşam geçirdiler; hikâyeler paylaşıldı ve şarkılar söylendi.

O günden sonra, ev ona gelen herkesi her zaman hoş karşıladı, sıcaklığını ve rahatlığını gelenlerle paylaştı. Kısa bir süre sonra da, mutlu bir aile eve taşındı.

Ev, kimin ona böylesi harika bir hediye verdiğini asla unutmadı. Geceleri, bütün aile uykudayken, hâlâ fısıldar: “Teşekkürler sana, bilge şömine. Tavsiyeni asla unutmayacağım. Başkalarına sıcaklık vermek ne büyük yücelik!"

 
Toplam blog
: 11
: 602
Kayıt tarihi
: 07.10.11
 
 

Güzel sanatlar fakültesi resim-iş öğretmenliği bölümü mezunuyum. Resim yapmak, felsefe ve tarih i..