Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ekim '17

 
Kategori
Köpek Bakımı
 

Kırçıllı

Kırçıllı
 

Antares’in oradaki koşu yolunda yürürken geldi aklıma. 11 yıl geçmiş üzerinden. Yolun kenarında birbiriyle boğuşup oynayan köpekleri görmesem belki de hiç aklıma gelmeyecekti ya da kim bilir ne zaman anımsayacaktım onu. Oysa 11 yıl önce günlerce gözyaşı dökmüştüm onun için. Biz insanoğlu ne vefasız, ne balık hafızalı, ne nankör bir türüz. Doğadaki en acımasız canlı türü…Ben ölsem, o beni bir ömür unutmayacaktı biliyorum. O kim mi? Alelade bir sokak köpeği. Üstelik, hayatımın sadece 20-30 gününde yer alabilen, kulağı belediye tarafından küpelenmiş, yaşadığı dönemde ismi bile olmayan, gri-siyah kırçıllı tüylü, çelimsiz bir sokak köpeği. Evet bak, Kırçıllı olsun onun ismi artık, hafızamda en iyi kalan, en karakteristik özelliği ile isimlendireyim onu…

Kırçıllı’yı ilk gördüğümde yine böyle bir akşamüstüydü. Yürüyüşe çıkarken yanıma bol bol yemek artığı, köpek maması vb almayı adet edinmiştim. Koşu yolunun çevresinde sürekli karşılaştığım dört ayaklı dostlarıma dağıta dağıta tamamlardım parkuru. Onu görünce şaşırmıştım. Diğer köpeklerden uzakta, tek başına yatıyordu. Yanına yaklaştığımda önce havlayıp beni korkutmaya çalışmış, üzerine gidince de kendisi korkup kaçmıştı. ‘İki ayaklı it’ olarak tabir edilen türden kim bilir ne eziyet gördüyse, sürekli bir tedirginlik ve içgüdüsel bir koruma ihtiyacı ile saldırganlık içindeydi. Ve ‘zayıf’ kelimesinin anlatmakta aciz kalacağı kadar çelimsiz…’Karnı sırtına yapışmış’ ifadesinin canlı örneğiydi. Uzak mesafeden bile tüm kaburga kemikleri tek tek sayılabilecek kadar ipince L Yemek artıklarını bırakıp uzaklaştım. Görüş alanından çıkıp uzaktan izlemeye başladım. Uzun süre yanaşamadı yemeğe. Başka bir köpek geldi, yedi, gitti. Bir süre o köpeği seyretti; köpek karnının doymasının sevinci ile çimlerde yuvarlandı, kaşındı, gerindi, ayağını kaldırıp birkaç noktaya işaretini bıraktı ve gitti. Benim çelimsiz Kırçıllım ancak ondan sonra yemeğin kalanlarını yemek için bıraktığım torbaya yanaşabildi. Kendi kendime “Kesin gözünün önünde ailesi, arkadaşları falan zehirlendi. Bu yüzden kimseye güvenemiyor. Diğer köpeğin yiyip de sapasağlam kaldığını gördükten sonra emin olup yanaşabildi” demiştim. “Olur mu öyle şey, alt tarafı köpek” demeyin. ‘Güvensizlik’ ve ‘korku’ gibi kavramları onlar da, biz insanlar gibi deneyimleyerek zamanla öğreniyor maalesef…

Ertesi gün de benzer sahne yinelendi. Üçüncü günden sonra, yolumu gözler oldu. Diğer köpekler çok hırpalıyor diye ona ayrı bir torba hazırlayıp götürüyordum. Hepsinden uzakta ayrıca yiyordu. Birkaç gün içinde güvenini kazandım. Beni görünce koşup yanıma gelmeye ve yemek faslından sonra kendini sevdirmeye başladı. Yemek artıklarını yedikten sonra, içine doğradığım ekmekleri çalılığın arkasındaki güvenli yerine gömerdi. ‘Açlıkla terbiye edilme’ durumunu ne kadar uzun süre yaşadıysa artık, ne olur ne olmaz diye hep önlemini alıyordu zavallım. Karnı doydukça, sevilmenin tadına vardıkça özgüveni arttı. Diğer köpeklerle iletişim kurabilir düzeye geldi. O çöp gibi halinden kurtulup toparlanmaya da başlamıştı. Artık akşamüstleri koşu yolunun başında benimle buluşuyor, yemeğini yedikten sonra aşka gelip çimlerin üzerinde deli gibi zıplayıp koşuyor, bana şımarıyordu. Onu öyle mutlu ve enerjik gördükçe ben de çok mutlu oluyordum. Bir canlının hayatına dokunmanın, onun için fark yaratmanın ve hayata küsmüş bir canı yeniden yaşama bağlamanın güzelliğini tattım sayesinde. O mutluluktan kaynaklanan hoplayıp zıplamaların onun sonunu hazırlayacağını bilemedim ne yazık ki. İnsanoğlunun ne kadar bencil ve kötü olduğunu unutuvermiştim yine.

Son buluştuğumuz akşamüstü, karnı doyduktan sonra yine birlikte oynamaya başlamıştık. O kocaman gövdesiyle olduğu yerde daire çizerek koşturuyor, zıplayıp iki ayağı üzerine kalkarak ön patilerini benim omzuma koyup yüzümü yalamaya çalışıyordu. O hengamede, 3-4 yaşlarındaki çocuğunu gezdiren bir annenin yanımıza yaklaştığını başta fark etmedim. Çocuk köpeği görünce heyecanlanıp “Anne bak hav hav” diye bağırdı, kafamı çevirdiğimde annesinin elini bırakıp köpeğe doğru gülerek koştuğunu gördüm. Benim Kırçıllı da kuyruk sallayarak çocuğa doğru koştu. Etrafında zıplamaya, kendince çocukla oynamaya başladı. Benim için videoya alınacak kadar güzel ve sevimli bir görüntüydü, ama çocuğun annesi maalesef benimle hemfikir değildi tabii ki. Çığlık çığlığa gelip çocuğu kaptı, köpeğe bağırdı çağırdı. Hızını alamayıp taş atmaya kalkınca ben araya girdim. Kadına ikisinin oyun oynadığını, günlerdir bu köpeği beslediğimi, uysal bir hayvan olduğunu ve asla çocuğa zarar vermeyeceğini anlatmaya çalıştım. Cevap olarak bol bol hakaret işittim. Biz hayvan severler fırça yemeğe alışkınızdır aslında. En sık duyduğumuz da; ömrü boyunca bir yaralı parmağa işememiş ve yardım anlayışı yer bezi yapılacak kıvama gelmiş, giyilemeyecek haldeki eski kıyafetlerini yardım derneklerine vermekten ibaret olan kişilerin “İnsanlar dururken hayvanlara yardım ediyorsunuz, hepiniz ruh hastasısınız” tarzı cümleleridir. Bu kadın da açılışı benzer bir cümleyle yaptı. Sonra beni çocukların bu kadar yoğun olduğu bir yere köpekleri alıştırıp tehlike yaratmakla suçladı. Civardaki köpeklerin hiçbiri tehlikeli değildi, aksine, sürekli kötü muamele gördükleri için onlar insandan korkar haldeydiler. Bir köpek kuduz değilse ya da uzun süre açlığa maruz kalıp gerginleşmemişse durduk yere saldırganlaşmazdı. Bunların hepsi belediye tarafından aşılanan hayvanlardı, benim gibi pek çok kişi de gelip besliyordu, dolayısıyla saldırgan bir tutum geliştirmezlerdi. Önce duymazdan gelip kadının hakaretlerine karşılık vermek yerine böyle kendimce açıklamalar yaptım işte. Açıkçası karşılık verip onu iyice kışkırtmak istemedim. Sakinleştirmeye çalıştım, ama ne mümkün. Bir noktadan sonra benim de sabrım taştı. Girdik birbirimize. Köpeğin bağrışmadan dolayı beni koruma içgüdüsüyle birkaç kez havlaması da olaya tuz biber ekti. Etrafımıza toplanan birkaç kadın tarafından uzaklaştırılırken hala sakinleşemeyip “Görürsün, tek bir köpek bırakmayacağım burada…” diye bağırmasını, o yüz ifadesini hala unutamıyorum.

O gece olayın da gerginliği ile çok huzursuz uyudum. Sabaha karşı tuhaf bir rüya ile sıçrayarak uyandım. Rüyamda Kırçıllı odamın penceresinin önüne gelip havlıyor, ben bir türlü uyanmayınca da ulumaya ve acıklı sesler çıkararak olduğu yerde dönüp durmaya başlıyordu. Uyanıp cama çıktığımda ise sevinçle kuyruk sallayıp uzun uzun havlıyordu. “Oğlum sen taa o koşu yolundan buralara nasıl geldin, evi nasıl buldun? Artık eve yerleşip benim oğlum mu olacaksın yoksa?” dedikçe de bana yanıt verir gibi, her cümlemden sonra kesik kesik havlamayı sürdürüyordu. Elimi uzatıp başını okşamak istedim, o da iki ayağı üzerine kalkıp patileriyle pencere pervazına dayandı, tam severken de uyanıverdim. O sert tüylerinin avucumda bıraktığı his sanki gerçekti, sesi de kulaklarımda yankılanmaya devam ediyordu. Bir süre rüya mı gördüm, yoksa gerçekten geldi mi, ayırt edemedim…Pencereyi açıp baktım, hızımı alamayıp dışarı çıktım ve sitenin bahçesini dolaşıp köpeği aradım. Tabii ki ortada Kırçıllı falan yoktu. Güneş yeni doğmuştu, etraf ufaktan aydınlanıyordu. Belediyenin çöp kamyonları dışında pek araç yoktu yollarda. Hava serin olduğu için daha fazla oyalanmadan eve girdim.

Tekrar uyuyamadım. İçimdeki o garip his yüzünden eve de sığamadım, öğle vakti koşu yoluna gittim. Kırçıllı piyasada yoktu. Parkuru iki kez boydan boya katettim. Kırçıllı’yı göremediğim gibi, ortada başka köpek de göremedim. Her seferinde akşamüstü geldiğim için, Kırçılı beni o saatlerde beklemeye alışkındı. Öğle vakti gölge bir yerde uyukluyordur diye bakmadığım dip köşe kalmadı. Üçüncü turumun sonunda ortada amaçsızca dolanıp duran özel güvenlik görevlisine denk gelince dayanamayıp sordum. Her akşam benim köpeklerle olan muhabbetimin tanıklarından biriydi, Kırçıllı’yı da tanıyordu. “Şikayet olmuş galiba” diye söze başladı. Sabaha karşı belediyenin itlaf ekibi gelip ne kadar başıboş köpek varsa hepsini vurmuş. Hatta hızlarını alamayıp kedileri de vurmuşlar. “Leşlerini de çöp kamyonuna atıp götürmüşler. Ben de görmedim ya, sabah iş başı yaptığımda burayı süpüren çöpçü anlattı. Kimse görmeden halletmek için gün doğarken gelmişler. Sen pek seviyordun ama ne yaparsın. İnsan hayatının bir önemi yok ki bu memlekette. Sokak köpeğini kim takar?” diye anlatmayı bitirdiğinde benim de dizlerimin bağı çözüldü. En yakındaki banka çöktüm kaldım.

Sabaha karşı gelmişler, benim rüyayı gördüğüm saatlerde yani…İçime mi doğmuştu? “Abdala malum olur” derler hani o hesap, ben de ne abdal sayılırım ya…Benden olsa olsa bu sözün halk arasındaki çarpıtılmış haliyle ‘aptal’ olurdu. Hiç inanmazdım normalde böyle şeylere. Tam ruhunu teslim ederken benden mi medet ummuştu, onu ömrü boyunca tek sevip kollayan kişi olduğum için yine gelip kendisini kurtaracağımı mı beklemişti de, o enerji bana rüya olarak dönmüştü? Yoksa ruhu mu gelmişti penceremin önüne, veda etmek için? Sesini, tüylerinin dokusunu, hatta kokusunu bile o kadar net hissetmiştim ki rüya demeye bin şahit lazımdı. Sanki gerçekten gelmiş gibi duyumsamıştım. Onu aramak için dışarı fırladığımda gördüğüm çöp kamyonlarından birindeydi muhtemelen ölü bedeni…Tesadüfün bu kadarı da gerçekten çok can yakıcıydı. Bankta oturmuş, gelenin geçenin bana tuhaf tuhaf bakmasına aldırmadan ağlarken bir yandan da söyleniyordum; “Ah be oğlum, ben ne diye seni en başında alıp eve götürmedim? Niye burada, bu mikropların elinde kaderine terk ettim? Köpeğim Lucky yeni ölmüştü, eve yeni bir can getirip sorumluluk almaya hazır değilim derken bir candan daha oldum. Özür dilerim, koruyamadım seni, şu hayatta bir tek bana güvenmiştin ama ben o anında gelip kurtaramadım seni” diye…Bu pişmanlık ve yetersizlik hissi 11 yıl  sonra onu andığım şu anda bile içimde taptaze maalesef.

Günlerce sürdü bu ağlamam…Her akşamüstü koşu yoluna gidip o kadını, o insan müsveddesini aradım. Eğer şikayet eden gerçekten o ise, en azından iki laf söyleyip suratına tükürmek için. Ne yazık ki hiç denk gelemedim. Ve günlerce düşündüm, bir anne, yani kendi canından can yaratan bir varlık nasıl bu kadar vicdansız ve egoist olabilir, şikayet sonucunun o köpeklerin itlafı olacağını bile bile bunu nasıl yapabildi, bu kadar canın vebalini nasıl alabildi diye. Sonradan öğrenilen bir duygu olan ‘korku’ geçerli bir mazeret değildi. İnsanın gerçekten sevdiği bir şeyden korkmayacağını, ‘köpek fobisi’ arkasına saklananların sorununun esasen ‘sevmemek’ olduğunu ve yenilmesi aslında gayet kolay olan o fobiyi ikincil kazanç olarak kullandığını örneklerini tanıyarak öğrenmiştim. En kötüsü de, o akşam “Görürsün, tek bir köpek bırakmayacağım burada…” derken gözlerindeki kötücül ifadeyi görmüştüm. Bu kadın bir de çocuk yetiştirecekti, Kırçıllı ile oynamak için zıplayarak gelen o çocuk annesinden sevgisizliği ve buna kılıf olan korkuyu öğrenerek büyüyecekti. Sonra o da, kendisi gibi, kendinden başka bir canlıya yaşam hakkı tanımayan çocuklar yetiştirecekti. Her gün gazetelerin üçüncü sayfa haberi olan o caniler nasıl yetişiyor sanıyorsunuz? Tolstoy boşuna mı demiş; Hayvan öldürmekle, insan öldürmek arasında sadece bir adım vardır; dolayısıyla hayvana işkence etmekle, insana işkence etmek arası da sadece bir adımdır”diye…

Bu yazıyı Antares’in karşısındaki koşu yolunda yürüdüğüm bir akşamüstü, hep yanımda taşıdığım not defterime yazdım. Hem Kırçıllı ve onun nazarında, herhangi bir geceyi sabaha bağlayan vakitte, tüfek, zehirli et veya iğne ile yaşam hakkı elinden alınmış bütün canların anısına olsun, hem de en ufak şeyde belediyeyi arayıp şikayet ederken bir kez daha düşünün istedim.

Deniz Çantay

 
Toplam blog
: 13
: 551
Kayıt tarihi
: 02.01.14
 
 

27 Kasım 1981 tarihinde Bursa'da dünyaya geldim. 1984 yılından beri Ankara'da yaşıyorum.1998 yılınd..