Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Eylül '13

 
Kategori
Öykü
 

Kızıl saçlı kadın

Kızıl saçlı kadın
 

Pencere camını tıkırdatan lodosu dinliyor ve yeni gelin misali utangaç duran İstanbul manzarası içinde kaybolmuş bir yeri arıyordum. Baktığım halde manzarayı görmüyor, sadece rüzgarın migrenimi tetikleyip tetiklemeyeceğini düşünerek likör içiyordum. İşte kaba bir kış yaklaşıyordu yine. İstanbul lodosunu çekenler neden bu kadar endişelendiğimi anlamışlardır.

Elbette moralimi bozan sadece lodos değildi. Birkaç saat önce telefonda konuştuğum sanki ölmek üzereymiş gibi gözyaşlarına karışan iniltili sesiyle bana gelmek istediğini söyleyen dostumun ne derdi olduğunu düşünüyordum. Şehrin diğer yakasından kalkıp buraya kadar gelmesi durumun çok önemli olduğunu gösteriyordu. Evet, son yirmi dakikadır burada pencere kenarına oturmuş onun konuşmasını beklerken penceremi zorlayan arsız lodosu dinliyorum...

Dostum Harun Çapan, oldukça varlıklı bir ailenin tek oğlu olmakla birlikte sanki şımartılmış, duygusal ve melankolik bir adam değil, kırk üç yaşında bir çocuktu. Başından bir evlilik geçmişti. Çok sevdiği karısı Güzin’i üç yıl önce vahim bir trafik kazasında kaybettikten sonra inzivaya çekilmiş, bir süre Japonya’da yaşamış, oradan Tibet’e geçmişti. Aradığı manevi huzuru bulamamış olacak sadece bizim milletin anlayacağı dildeki gerçek manaya, İstanbul'a geri dönmüştü.    

Daha fazla dayanamadım ve oturduğum koltuğumdan kalktım. Harun, elinde yere doğru düşmek üzere olan kadehi tutarken halı üzerinde bir leke görümüş gibi pür dikkat o noktaya bakıyordu. Yanına gidip kadehi elinden alınca fişe takılmış oyuncak misali ani bir hareketle titredi ve doğruldu.

“Artık ne olduğunu anlatacak mısın?”

“Bir kadeh daha…”

Kadehini yarım doldurdum. Derdinin ne olduğunu anlatmadan sarhoş olmasını istemiyordum. Tam karşısına geçip sandalyeme oturdum. Bir sigara yaktım. Her zamanki gibi bir parça tütün dilime yapıştı. Fakat umursamadım, sigaramdan daha yeni birkaç nefes çekmiştim ki Harun’un kanlı gözlerinde sıradışı bir parlama belirdi. Hemen ardından ellerindeki bütün kan çekilmiş gibi kadehi tutmakta zorlanmaya başladı. Ağzına kadehi her götürüşünde bardak titriyor, sanki ağzını ıskalayacak ve içki çenesinden göğsüne boca edilecekmiş gibi bir izlenim uyandırıyordu. Buna rağmen konuşmaya başlamıştı ya sevinmedim değil…

“Bedri, onu gördüm.”

“Kimi oğlum?”

“O işte. Karımı, Güzin’i.”

Eşini trafik kazasında kaybetmiş acılı bir adam, size karısını gördüğünü söylediğinde ne düşünürsünüz? Hayalet görmediyse büyük ihtimalle aklını kaçırmaya başladığı düşüneceğiniz ilk olasılıklardır. Ben de bu ihtimalleri gözden geçiriyordum. Ancak genellikle iyimser bir adam olduğum için konuya yine o şekilde yaklaştım.

            “Nasıl gördün? Rüyanda mı?”

            “Hayır, tam karşımdaydı. Tanrım. Delirmek üzereydim…”

            Buyrun buradan yakın. İçimden “Harun, o öldü. Deliriyorsun,” demek geldiyse bile bir şey demedim. Harun, kadehi dipledikten sonra bardağı yere bıraktı. Ağzının kenarından haftalık sakalları arasına sızan liköre aldırmadan anlatmaya devam etti: “On gün önceydi, yeni tanıştığım bir işadamının daveti üzerine hiç canım istemediği halde düzenlenen kokteyle katılmaya karar verdim. Ailesinin bir vakıfa bağışladığı sanat eserlerinin sergilendiği bu kokteyl Suadiye yakınlarında bir köşkteydi. Akşam iyi başlamıştı, tanıdık birkaç eski dostu görmüş, ayaküstü biraz sohbet etmiştim. Kendimi eşimin ölümünden sonra ilk defa sosyal hissediyordum. Daha sonra sanat eserlerinin sergilendiği odaları dolaşmaya başladığımda ne göreyim? Güzin, karım, tam karşımda bir tablo içinden bana bakıyor.”

            İşte şimdi içimdeki gerçek merak duygum ortaya çıkmıştı. Hikaye ilginç bir hal alıyordu. “Bir dakika. Karını bir tabloda mı gördün?”

            “Evet. Delirdiğimi düşünüyordum. Harun, kendine gel, dedim. Biraz daha yaklaştım. Ancak bu kadar olabilir! Güzin’di. Ve nü bir tablo içinde poz vermişti. Anlıyor musun? Sevgili karım, tamamen çıplaktı.”

            “Emin misin? Bazen tablolardaki insanlar birbirine benzer. En bilineni rönesans tablolarıdır, bilirsin bıyık ve sakal varsa İsa, yoksa Meryem’dir.”

            “Ben de öyle düşündüm. Davete katılanlardan eşimi tanıyan birkaç kişi vardı. Onlara tablodaki kadının eşim olup olmadığını soracak değildim elbet. Hem ben kocasıyım benden iyi kim tanır Güzin’imi? Tabloya iyice yaklaştım. Saçları kızıl bir renkte olmasına karşın bu kadın Güzin’di. Mavi pencereleri olan bir evde, kırmızı otantik bir halı üzerinde duruyordu. Görür görmez anlamıştım ancak yine de aklımda bir şüphe vardı. İyice yaklaşıp yüzümü yüzüne yaklaştırdım. Tanrım, çok sevdiğin fakat ölmüş birisinin yüzüne, resim bile olsa yeniden bu kadar yakın durmak öyle acı ki… Onun gözlerine, dudaklarına, o küçük burnuna, vücut hatlarını inceledim, sanki yağlıboya kokusu değil Güzin’imin kokusu vardı o tabloda. Kadın, tamamen Güzin’in vücuduyla uyumluydu. Daha sonra boynundaki ben ve ona aldığım zümrüt, elmas işlemeli kolyeyi görünce tablodaki çıplak kadının Güzin olduğuna artık şüphem kalmadı. İnana biliyor musun? Karım, biricik sevgilim, bir ressama çıplak poz vermiş ve benim bundan haberim yok!”

            “Siz evlenmeden önce olamaz çünkü kolyeyi ona sen hediye etmiştin.”

              “Evet.

            “Sonra ne yaptın?”

            “Ressamın imzasına baktım. Yabancı bir ressamdı. Katalogdan tablonun, ve ressamın adını not aldım. Orada insanların dikkatini çekmek istemiyordum.”

            “Tablonun adı neymiş?”

            “Kızıl saçlı kadın.”

            “Güzel isim. Sonra ne yaptın?”

            “Erkenden ayrıldım. Ve ertesi gün ilk işim avukatım aracılığıyla tabloyu satın almak oldu.”

            Harun, cümlesini yeni tamamlamıştı ki gözlerim çalışma masama dayalı duran gösterişli ambalaja sarılı devasa pakete takıldı. Harun, kapıdan içeri girdiğinde o koca paketi görmüş, ancak arkadaşımın durumu vehametinden elindekinin ne olduğunu sormayı unutmuştum.

            “Tablo bu deme?”

            “Evet o. Bir haftadır paketinde duruyor. Bakmaya cesaretim yok. Onu o şekilde görmek, tanrım bana yardım et!” 

            “Sakin ol. Benden ne yapmamı istiyorsun?”

            “Aklıma ilk gelen tabloyu yakmak oldu. Parçalamak istedim onu. Söz konusu insanın karısı olunca sanatın canı cehenneme!”

            “Hala tabloyu neden buraya getirdiğini anlamış değilim.”

            “Onu bulmanı istiyorum Bedri. Anlıyor musun? O resmi yapan adamı. Ve neler olduğunu öğrenmeni istiyorum. Aralarında neler geçmiş bilmek istiyorum.”

            Şimdi benim bir içkiye ihtiyacım vardı. Yerimden kalktım likör şişesini ağzıma götürüp sıkı bir yudum çektim.  

            “Geçmişi kurcalamak arı kovanına çomak sokmak gibidir. İçi dolu mu değil mi bilemezsin. Hem Güzin öldü. Bunu söylediğim için özür dilerim, ancak ne bulmayı umuyorsun? En kötü şey bile olsa ne değişecek?”

            “Bedri, sadece bilmek istiyorum. Sevdiğim, aşık olduğum kadın, acaba beni aldattı mı? Bütün evliliğimiz bir yalan üzerine mi kuruluydu? Hem senin işin bu değil mi?”

            “Ben sadece polisiye yazarıyım. Hafiye değilim. Belki özel dedektif tutman senin için daha doğru olur.”

            “Yazdığın o kurguları hiçbir dedektif düşünemez. Hem tanıdığım en özel dedektif sensin. Ne kadar istersen öderim.”

            “Saçmalama. Ne parası?”

            “O zaman bunu bir dostun ricası olarak kabul et. Senden başka kime güvenebilirim? Tanımadığım insanlardan böyle bir şeyi araştırmasını nasıl beklerim? Aklımdan çıkmıyor Bedri. Şu bir hafta içinde kendimi öldürmeyi ve onun yanına gidip bunu Güzin’e şahsen sormayı kaç kez düşündüm biliyor musun?”

            “Tamam. Tamam. Beni endişelendiriyorsun. Elimden geleni yapmaya çalışıcam. Ancak sonunda ne çıkarsa çıksın bir aptallık yapmak yok. Bana söz vermeni istiyorum.”

            “Söz.” Dedi Harun. Biraz onu tanıyorsam palavraydı elbet.

“Ayrıca, ben bu işin ne olduğunu anlayana kadar beni aramak yok.”

“Tamam.”

“O halde anlaştık sevgili dostum. İstediğin şeyi yapacağım.” 

Harun, zıpkın gibi fırladı ayağa. Kucaklaştık. Bana ressamın adını soyadını bıraktıktan sonra merdivenleri bir çocuk sevinciyle koşarak indi ve bahçe kapısından çıkıp rüzgarın aksi yönünde yürümeye başladı.

            Kağıtta yazan ismi okudum, Dimitri Diodoros. Ve tablonun yanına yürüdüm…

           

                                                            ***

           

            Bir ay sonra yağmurun iğne gibi battığı lodoslu bir günde Üsküdar sırtlarına tüm ihtişamıyla yerleşmiş Harun’un villası önündeydim. Bu bir ay içinde yaşadıklarımı uzun uzun anlatıp sizi sıkmanın manası yok. İşte kapı açılıyor, sıkılmadan buraya kadar geldiğinize göre biraz sonra olanları Harun’a anlatacağım sırada yanımızda olacağınızdan gerçeği öğreneceksiniz.

            Harun, beni çalışma odasında kabul etti. Odanın içi sigara dumanına boğulmuştu. Gelişimi heyecan içinde beklediği içtiği sigara sayısından belliydi.

            “Bedri, her şeyi bilmek istiyorum. Ne olursa!”

            “Evet, sevgili dostum. İlk yaptığım iş ressamı araştırmak oldu. Dimitri Diodoros, Atina’da yaşıyormuş.”

            “Atina’ya mı gittin?”

            “Evet, yani hayır. Önce NewYork’a gittim.”

            “Neden?”

            “Dimitri Diodoros, çok hasta. Ciğerleri iflas etmiş durumda. Tedavi görmesi gerekiyor. Onu hastane odasında ziyaret ettim. Hali içler acısıydı. Güçlükle nefes alıp veriyordu. İşte, hastane odasında çektiğim bir fotoğrafı.”

            Harun, fotoğrafa göz ucuyla baktıktan sonra “Ee neler öğrendin?” diye sordu. Fotoğrafı alıp ceket cebim geri koydum. 

            “Dostum için rahat olsun. Eşin, Güzin, sana sonuna kadar sadık kalmış, müthiş bir kadın. Güzin, on yıl önce galeri işine girdiği dönemde bu ressam ile tanışmış. Ressam görür görmez Güzin’e aşık olmuş. Defalarca onu aramış, aşk mektupları yazmış. Ancak Güzin, bir kez bile ona yüz vermemiş. Herhangi bir söz bile etmemiş. Sizi bir arada son gördüğünde bir davetteymişsiniz. İşte o gece Güzin’den umudunu kesmiş. Sabaha karşı bu tabloyu yapmış. Mavi pencereli bir rum evinde, yerde otantik Türk halısı üzerinde Güzin’i hayal etmiş. Ressam milleti işte, hafızasında kaldığı gibi onu resme geçirmiş. Ve dostum o zümrüt, elmas işlemeli kolyeye gelince, o geceki davette Güzin'in boynunda senin hediye ettiğin kolye varmış. Zümrüt, elmas işlemeli kolyenin resme girmesi bu şekilde olmuş…”

            “Bu kadar yani?”

            “Evet.”

            “Bir ressamın umutsuz aşkından doğan bir tablo?”

            “Aynen öyle.”

            “Çok mu hastaydı?”

            “Doktoruyla konuştum, ona söylemiyorlar ancak günleri sayılı dediler.”

            Harun’un yanakları yumuşamıştı. Yüzüne zenginlere mahsus o sağlıklı renk geri geldi. Ağzında sigarasıyla beni kucaklarken sordu: “Tabloyu yaktın değil mi?”

            “Merak etme.” 

            “Teşekkür ederim, dostum. Bu iyiliğini hiçbir zaman unutmayacağım.” 

            “İyilik değil, gerçeği unutma yeter.”

            “Yemeğe kalır mısın? Aşçı çok güzel çerkez tavuğu hazırlıyor, yanına krema sosuna yatırılmış mantar var, ayrıca kalite şarap açarız, sen seversin…”

            “Gitmeliyim. Yeni bir roman yazıyorum. Başka bir zaman sözüm olsun.” 

             Şimdi, ellerim cebimde yürüyorum. Lodos hiç umrumda değil. Üsküdar’da bir sokaktayım ama nerede olduğumu bilmiyorum. Önemli de değil. İstanbul’da olduğum sürece kaybolacak değilim ya… Tahmin ettiğiniz gibi Harun’a anlattığım hikaye gerçeğinden biraz farklıydı. Newyork’a hiç gitmedim. Atina’ya da gitmedim. Nereye mi gittim? Bodrum’a gittim. Gümüşlük’te pencereleri mavi badanalı küçük bir rum evinde, tahta döşemeler üzerinde otantik Türk halısı olan kutu gibi bir eve, Güzin’in vaktiyle çıplak dolaştığı ve aşığına resimlerini yapması için poz verdiği bir eve gittim. Bir ressamın kısa süre misafiri oldum orada. Beni çok güzel ağırladı. Güzin’in Bodrum’a olan sevdasını şimdi çok iyi anlıyorum. Evin her yanında Güzin’den bir anı var. Fotoğraflar, resimler, kolyeler, kullandığı parfüm şişeleri, makyaj malzemeleri, tokaları ve saçlarından birkaç tel… Görseniz, Güzin müzesi… 

Ressam dostumuza gelince, ciddi bir sağlık sorunu yok. Fotoğrafı bir yıl önce geçirdiği apandisit ameliyatından sonra çekilmişti. Rica ettim, beni kırmadı fotoğrafı verdi. Dimitri Diodoros, sevdiği kadını kaybeden bir erkek nasıl görünüyorsa işte öyle görünüyordu. Bir dönem aşk yuvalarında geçirdikleri güzel zamanları düşünüp bol bol resim yapıyor, Güzin’le birlikte yürüdükleri kumsalda yürüyor, birlikte girdikleri mavinin kollarında yüzüyor, birlikte yedikleri yerde yiyor, içiyor ve çok sık olarak ağlıyor… Aynı kadını sevmiş ve hala onun için yas tutan acılı iki yabancı adam… Gel de şaşma şu hayata!

            Kızıl saçlı kadın tablosuna gelince, evimde ambalajında sarılı öylece duruyor. Ne yapacağıma bir türlü karar veremedim.

 

 

 
Toplam blog
: 57
: 122
Kayıt tarihi
: 25.04.12
 
 

İnsan ve hayvanı bir severim. Saygıdan hoşlanmam. Zımparalanmış köreltilmiş sevgiden de.. Kib..