- Kategori
- Edebiyat
Koca bir tabak çorba
18 Temmuz 2004
Otobüsümüz Budapeşte’nin Kale bölgesine geldiğinde sadece yarım saatimiz olduğunu söylüyor rehberimiz. Oysa önceki gelişimden biliyorum; burası yarım saatte gezilemez. Görecek, gezecek öyle çok yer var ki... Bir günümüzü buraya ayırsak bile yetişmez; ancak Tur gezileri böyle oluyor işte. Çabuk çabuk dolaşıp genel bir fikir edinebiliyor insan, o kadar.
Yol yorgunluğu, uykusuzluktan hepimiz perişan durumdayız. Tek isteğimiz otelimize gidip biraz dinlenmek, ondan sonra kenti gezmek; ama program çok dolu. Otele ulaşmadan önce kenti dolaştırmaya kararlı rehberimiz. Biz de zorunlu olarak ardından sürükleniyoruz. Kale bölgesinin dik ve yüksek merdivenlerini soluk soluğa tırmanıp kemerli kapıdan içeri giriyoruz. Aziz İstvan’ın at üstündeki heykeli karşılıyor bizi. Elinde asası, atının yanında durup uslu uslu bekleyen aslan heykelleriyle pek görkemli.
Budapeşte’ye önceki gelişimde de Kale bölgesini görmüştüm. Bu yüzden fazla dolaşmadan, Matyas kilisesinin incecik işlemeli dış cephesine göz atıp Balıkçı tabyası denilen bölüme gidiyorum. Burada bir kahve içmeyi geçen defa da istemiş; ama zamansızlıktan içememiştim. Bu kez de kısmet olmuyor;çünkü rehberimiz çok acele ediyor. Kahve pişene dek beklememiz olanaksız. Sadece bir bardak su içip, tabyanın burçlarından aşağıya, kente birkaç dakikalığına da olsa bakmak istediğimden eşimle bir masaya oturuyoruz. Garson kıza derdimizi anlatmak kolay olmuyor. Sonunda otobüs kalkmadan biraz soluklanma fırsatı bulabiliyoruz.
Bundan sonraki durağımız Gellert Tepesi... Buda tarafında yolumuza devam edip Kraliyet sarayının eteklerinden geçip tepeye ulaşıyoruz. Macar devletinin kurucusu Kral İstvan’ın kardeşi Prens Vata, bu bölgede putperest bir isyan başlatmış ve Piskopos Gellert’i bir fıçı içinde tepeden yuvarlayıp Tuna’ya atarak öldürmüş.İsyan bastırılmış; ama uzun süre bu bölge tekin sayılmamış.2 0. Yüzyılda buraya park ve anıt yapılmış. Piskopos Gellert’in heykeli, yarım ay şeklindeki sütunlu anıtın önünde durup, Elisabeth köprüsüne ve Tuna’ya bakıyor.
Biraz daha tepeye tırmandığımızda kaleye ve Özgürlük anıtına ulaşıyoruz.
II. Dünya savaşından sonra 1945 de, Budapeşte’nin Rus ordusu tarafından – Nazilerden - kurtarılışı anısına yapılmış. Bir başka işgalle sonuçlanan kurtuluş! Özgürlük heykeline gelinceye dek yolun iki yanına Nazi dönemini yansıtan büyük fotoğraf panolar konulmuş. Hepsi çok etkileyici.
Özgürlüğü temsil eden, yüksek bir kaide üzerinde ayakta duran ve elindeki defne dalını havaya kaldıran bir kadın heykeli bu. Sütunun iki yanında kötülükle savaşı ve ilerlemeyi simgeleyen heykeller var. Bu anıt Budapeşte’nin her yerinden görülebiliyor.Anıtı çevreleyen alçak duvarlardan da kentin dört bir yanını görebiliyor insan.Tepenin eteklerinde, Tuna kıyısında ünlü Gellert Oteli var. Pek çok ünlünün ve zenginin kaldığı tarihi bir kaplıca oteli bu. Zaten görünüşü de saray yavrusu gibi. Otelin karşısında da Özgürlük köprüsü...Karşı kıyıda ise İktisadi Bilimler Üniversitesi...
Güneş batıyor ve akşamın alacası yavaş yavaş kentin üzerine iniyor. Yeniden otobüse doluşup sonunda otelimize gidiyoruz. Corinthia oteller zincirine bağlı Aquincum oteli, aynı adı taşıyan Roma kentinin kalıntıları yanında yapılmış. Margit adasının kaplıca sularını kullanan beş yıldızlı lüks bir otel. Odalarımız çok rahat.
Bir an önce yatıp dinlenmekten başka dileğimiz yok; ama karnımız çok aç. Çıkıp bir restoran bulmak istiyoruz. Burası kentin dışı olduğundan etrafta restoran filan yok. Varsa da biz bulamıyoruz. Biraz yürüyüp hemen yakındaki tren istasyonuna geliyoruz. Burada bir büfe var; ama pek külüstür bir yer. Ayrıca birkaç ayyaş, çoktan demlenmeye başlamışlar. Ellerinde şişeler, bağrışıp duruyorlar. Akşam karanlığı giderek artıyor, yollar tenhalaşıyor. Zaten çok yorgunuz. Dolaşacak halimiz kalmamış.Y eniden otele dönüyor ve akşam yemeğimizi burada yemeğe karar veriyoruz.
Restoran da otel gibi çok şık. Çiçeklerle süslü masalardan birine oturuyoruz. Menüde pek çok yemek var ama önce çorba... Eşim et yemeği de ısmarlıyor, ben salata söylüyorum. Çok yorgun olduğumda fazla bir şey yiyemiyorum.
Koskocaman tabaklar içinde geliyor çorbamız. Benimki gulaş çorbası, eşiminki tavuk suyuna sebze çorbası...Her ikisi de öylesine doyurucu ki “Keşke diğer yemekleri ısmarlamasaydık” diye düşünüyoruz.