- Kategori
- Çalışma Yaşamı
Köle değil, işçi olmak istiyorum
Bu topraklarda yaşayan insanlar, kendilerine has özelliklerini bir bir kaybetmektedirler. Kapitalizmin soluk kesen rüzgarı, bu toplumun hoş kokusunu bozmuş, tadını kaçırmış, huzurunu, insanlığını, samimiyetini, sıcaklığını, hoşgörüsünü, ahlakını, tüm değerlerini almış götürmüştür. Artık Türk insanı da, Avrupa ve Amerika’daki toplum örneklerinde görüldüğü gibi karşısındakine güvenmeyen, soğuk, şüpheci, kimin eli kimin cebinde belli olmayan, para için yaşayan ve bunun dışındaki değerleri pek önemsemeyen, kısacası tipik bir kapitalizm düzeni içinde nefes almaya çalışan bir insan halini almıştır.
Yazımın girişine bakıp, eskiden kalma bir alışkanlıkla bana hemen ‘Komünist bu!’ diyebilirsiniz. Ancak, gerçek olan şu ki; Komünizm ve Kapitalizm tek başlarına uygulandıklarında insanlık dramı yaratırlar.
Neyse, konumuz bu değil. Konumuz, Türk insanı ya da daha geniş bir kavramla bu topraklarda yaşayan insanlar, yüzyıllardır süregelen insani özelliklerini kaybetmek üzere olduğudur. Geri dönüş ve kurtuluş ise mümkün görünmemektedir.
Bu ülke insanı bu yaşına kadar sayısız siyasi ve ekonomik kriz yaşadı. Hiçbirinde de sokaklara fırlayıp, yağmacılık yapmadı. Arjantin başta olmak üzere, ekonomik krize giren diğer ülkelere bir bakın. Yağma için dükkanlara saldırıldı, gıda kamyonlarının önü kesildi, hayvan yetiştiren çiftlikler basıldı. Hatta bir televizyon görüntüsü hiç gözümün önünden gitmiyor ki; Arjantin’deki son krizde bir büyükbaş hayvan, yol ortasında katledildi ve etleri parçalanarak yağmalandı. Bizim insanımızda hiç görmediğimiz türden yüzlerce görüntü izlemiştik o zaman.
Peki bizde niye olmuyor bu yağmacılık? Aslında, bugüne kadar niye olmayışının basit bir açıklaması vardı. Ama, bundan sonraki yıllarda artık bu tür davranışların olmama garantisi bence yok. Çünkü, bu ülke insanlarındaki aile hayatı ve dayanışmasını başka bir toplumda göremezsiniz. Aileler birbirlerine o kadar bağlıdır ki, çok medeni ülkelerdeki gibi, değil 18 yaşına gelince evlatlarını kapı dışarı etmek, daha düne kadar 2-3 nesil bir arada yaşardı. Hal böyle olunca, işi gücü olmayan bir aile ferdi, ailenin diğer bireyleri tarafından idare edilir ve böylelikle dışarıdaki ekonomik kriz, evin içine en az zararla yansıtılmaya çalışılırdı. Ya da işsiz kalan çocuğa yiyeceği köyden gelir, kendisi de ya işportacılık yaparak, ya da kıyıda köşede limon satarak diğer giderlerini karşılamaya çalışırdı. İşsiz kalırsan, konu komşu sen iş bulana kadar senin yemeğini taşır, çamaşırını yıkardı. Kahveye gittiğinde işsizden çay parası alınmaz, hatta masadaki arkadaşları cebine harçlık koyarlardı.
Bir de şimdiki ve gelecekteki durumumuzu düşünelim. Bundan 10 yıl sonra Türkiye’de ciddi bir ekonomik kriz çıkarsa, dün Arjantin’de yaşananlar, hemen bizim arka sokağımızda da yaşanabilir. Neden mi? 25 yıl önce ayağımızı değdirerek başladığımız ve son 5 yılda ise son sürat dibine kadar daldığımız kapitalizm denizinde insanlarımız artık boğulmak üzere de ondan. Tüpsüz daldığımız bu denizde kurtulma şansımız yok da ondan.
Tüketme ve tükettirme üzerine kurulu bu düzen içerisinde, insanlar hoyratça çalıştırılıyor, isyan edenler sorgusuzca işten atılıyor ya da Tuzla Tersaneleri’nde olduğu gibi sessizce ölüyorlar. Sessizce diyorum çünkü, son bir yılda 23 işçi hayatını kaybetti bu tersanelerde. 23 işçinin ölümü de televizyonlarda ve gazetelerde manşet oldu. Ama, ölümün ucunda ekmeğinin peşinde koşanlar için mevcut hükümetin tek bir yaptırımı, tek bir önlemi olmadı. Eğer olsaydı, daha ilk işçinin ölümünden sonra 22 ölüm daha yaşanmazdı bu ülkede. Eğer olsaydı, eğer bu ülkede gerçekten bir hükümet olsaydı, birinci, hadi bilemediniz ikinci işçi ölümünden sonra, gerekirse bir tabur asker dikilirdi o tersanelere, işçiler için gerekli önlemler gerekirse asker zoruyla alınırdı ve 20 işçi daha ölmezdi bu ülkede.
İnsan hayatının hiçe sayılır bir hale getirildiği bu ülkede meydan, pervasız, beslendikçe açlığı büyüyen, hoyrat, vicdansız para babalarına kalmıştır. Elbette bir ülkede girişimciler, iş verenler olacaktır. Ama insanlığını kaybetmiş girişimciler değil.
Yabancı sermayenin artık iyice oturduğu bankacılık sektöründe de insanlar, bedenen ölümlere değil de, onların vicdanını, ahlakını, ruhunu öldüren bir çalışma ortamına terk edilmişlerdir. Yıllardır yaşanan kredi kartından mağdur insanların dramları bankacılar için bir ışık olmuş ve artık henüz insani değerleri bozulmamış kasabalara ve köylere gidilerek, saf, temiz, masum insanlara kredi kartı pazarlanmaya başlanılmıştır. Biraz insanlığın kaldığı köy ve kasabalardaki insanlarımız da, bir müddet sonra şehirden gelen insanların onları nasıl bir belaya bulaştırdıklarını anlayacaklar, onlar da dişlerini göstermeye, haliyle de hoşgörü, misafirperverlik, yardımseverlik gibi bazı değerlerimizin üzerini çizmeye başlayacaklardır.
Bu şekildeki acımasız çalışma hayatı ve ekonomik düzen içerisinde de, zaten kopma noktasında olan aile bağları koparak, çekirdek aileler tek başlarına hayatta kalma mücadelesi vereceklerdir. Yazılı ve görsel medyanın kalbur üstü hayatları özendirmesiyle, geçmiş ve özellikle de mevcut hükümetin gerek yap-boz tahtasına çevirdiği eğitim sistemi, gerekse hiçbir tarım politikası gütmemesiyle, üretimden geçinemeyeceğini anlayan köylü, köyünü terk etmiştir. Böylelikle, şehirde işsiz kalan çocuk, artık köyden yiyecek yardımı alamamaktadır. Parası olmadığı için kahveye girememektedir. Komşuları ve arkadaşları kendi durumlarının kaygısıyla işsiz vatandaşa artık sırt çevirmektedir. Bu durumda tek başına kalan işsiz vatandaş saldırganlaşacak ve ekmek bulmak için çalmayı, yağmalamayı göze alacaktır.
Sonuç olarak gidişimizin sonu budur. İnsan haklarını hiçe sayan bir zemin üzerine oturtulan çalışma hayatı ve kapitalizmin sonu, insanlık dramı olacaktır. Tıpkı kendini medeni sayan ama yalnız, yorgun, ruhen çökmüş insanlar topluluğundan oluşan ülkelerdeki gibi.
Taklitlerinden sakınalım.
Fotoğraf milliyet.com.tr'den alınmıştır.