Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Ağustos '22

 
Kategori
Kültür Turizmi
 

Komşuda pişer, bize de düşer

Bir hafta sonu tatili amacıyla gittiğimiz Yunanistan - Makedonya bölgesi, tam anlamıyla komşuyu ziyareti andıran bir geziydi.

İskeçe sınır kapısına yaklaştığımızda tur otobüsümüzde yol boyu dinlediğimiz Balkan müzikleri sayesinde gideceğimiz coğrafyanın havasını solumaya başlamıştık bile. Ezelî komşumuz Yunanistan’ı  ikinci güne bırakarak ilkin Makedonya topraklarına geçiş yaptık.

Yunanistan’ın Makedonya’yı, Makedonlar’ı ve pasaportlarını tanımamaktaki ısrarına bizler de şahit olduk diyebilirim. Tur şirketimizce, nereye gideceğimizi soran Yunan yetkililere karşı  ‘’Makedonya’’ sözcüğünü kullanmamamız gerektiği konusunda sıkı sıkı tembihlenmiştik. Ne yazık ki bu üzücü durumu daha sonra Üsküplü yerel rehberimizin ağzından da sık sık duyacaktık.

Makedonya nüfusunun yüzde 60’ı Hristiyan, yüzde 25’i Arnavut, yüzde 1’i ise Türkler’den oluşuyor. Başkent Üsküp,  bir nehrin ortadan ikiye ayırdığı şehirlerden biri. Vardar Nehri... Yolda hiç de yabancısı olmadığımız; ‘’ Vardar Ovası / Kazanamadım sıla parası’’ (onlar rakı parası da diyorlar) gibi ezgilerle haşır neşir olduğumuz için bu ünlü nehirle karşılaşacağımızdan emindik.

Üsküp’te başlayan şehir turumuzda burada doğmuş olan ünlü şair Yahya Kemal Beyatlı’nın adının verildiği kolej vb. kurumlara sıklıkla rastlıyoruz ve bu durum oldukça hoşumuza gidiyor, bizlere kendimizi ülkemizde hissettiriyor. ‘’Dönülmez akşamın ufkundayız, Sana Dün Bir Tepeden Baktım Aziz İstanbul, Sessiz Gemi‘’ gibi değerli dizelerin şairiyle yüz yüze gelmiş gibi samimi bir duyguya kapılıyoruz ister istemez.

Nicedir Üsküp’ü görmeyi  çok istememe rağmen, şahsen biraz düş kırıklığına uğradığımı da itiraf etmeliyim. Tarih neredeyse tamamen silinmiş durumda. Üsküplüler var güçleriyle kente hak ettiği tarihi görünümü yeniden kazandırmaya çalışıyorlar. Şehir tamamen yeni yapılan heykellerle donatılmış. O kadar çok heykel var ki Üsküplüler neredeyse her sabah, kalktıklarında bir yenisiyle karşılaşıyorlarmış. Bu sayede görüntü oldukça hoş ve Avrupai olsa da umduğumuz kadar tarihi değil elbette. ‘’Balkanlar’ın en büyük Türk Çarşısı’’, denilen çarşı, otantik unsurlar ve dükkânlarla dolu.

Bu arada, birkaç yerde birden Büyük İskender’in heykeline rastlıyoruz. Öğrendiğimize göre Yunanlılar’ın sahiplendiği Büyük İskender, aslında Makedonya - Manastırlı’ymış. Her iki taraf da büyük bir gayretle Büyük İskender’i kendisine atfediyor. Bizim gülümsemekle yetindiğimiz bu durum, onlar için oldukça önemli.

Mustafa Paşa Camii, günümüzde resim galerisi olarak kullanılan Çifte Hamam, Kalkandere’deki Alaca Cami gezdiğimiz yapılar arasında. Özellikle Alaca Cami, adı gibi rengârenk olan iç ve dış yapısı, çiçekler içindeki şirin bahçesiyle hayranlıkla izlediğimiz bir eser oldu.

Makedonya’nın coğrafyası ve iklimi bizlere adeta Karadeniz’i çağrıştırdı. Güneşle yağmurun birbirleriyle şakalaşır gibi sık sık yer değiştirmeleri ve bize serince bir havada rahat bir  gezi imkânı sunmaları hoş bir sürpriz oldu. Bol yağış sayesinde dört bir taraftan fışkıran  yeşilin ise ruhlarımızı dinlendirdiği inkâr edilemez. Yol boyu yemyeşil dağların bulutlar arasından bizleri selamlayan karlı zirvelerini izlemeye doyamıyoruz.

Görmeyi merakla beklediğimiz ve o gece konaklayacağımız Ohrid’e vardığımızda, Üsküplü rehberimizin ‘’şimdi odalarınızda çalkalanırsınız’’ sözü hepimizi kahkahalara boğdu. O akşam, çalkalanmanın duş almakla eş anlamda olduğunu da öğrenmiştik.

Odalarımıza çekilip çalkalanarak uzun bir yolculuğun yorgunluğundan biraz olsun arınmamızın ardından daha önce övgüsünü duyduğumuz Makedon Gecesi’nde ağırlandık. Türk gruplarla dolu bu gecede, çoğunlukla Türk ezgilerinin seslendirilmesi  yerine onların yerel müziklerini daha fazla dinlemeyi tercih etsek de bizleri kendi müziğimizle eğlendirmeye çalışmaları çok hoştu. Özellikle Fransa’nın Bordeauks bölgesi gibi şaraplarıyla ünlü bu bölgenin en meşhur ve oldukça sert Aleksandra şarabının içiminin geceye ayrı bir tat kattığı konusunda hemen hepimiz hemfikirdik.

Ertesi sabah erkenden keşfetmeye başladığımız , Slav - Hırvat dilinde Oh-Rid; yani, ‘’oh- yokuş’’ anlamına gelen bu şirin bölge, Ohrid (Ohri) Gölü’yle ün kazanmış. Gölün etrafında üç büyük şehir yer almakta: Ohrid, Struga ve Dokrades... Toplam yüz on bin nüfusun yaşadığı bu şehirlerde üç bin de Türk bulunuyor. Halkın çoğunluğu Makedon ve turizmle balıkçılık, başlıca geçim kaynakları.

Burası çok şirin bir sahil kasabası görünümünde, gerçekten zevkle yaşanacak huzur dolu bir mekân. Yine rehberimizden, bu yörede bir tatil geçirmek isteyenlerin diğer bölgelere göre nispeten uygun fiyata ev kiralayabileceklerini öğreniyoruz.

Ohrid, Avrupa’nın en eski ve en derin gölü. Suyunun ısısı on dokuz derece civarında, içinde hiçbir kimyasal madde yok ve iki yüz çeşit balıktan sadece on yedisi burada yaşıyor. Ünlü Ohrid incisi ise Plaşita balığının göğsündeki pullardan yapılıyormuş. Şirin çarşının içindeki dükkânlarda  sergilenen ve oldukça uygun fiyatlara satılan inciler, özellikle kadın turistlerin dikkatinden kaçmıyor.

Manastır’a gelince; hepimizin bildiği gibi Türkler için Atatürk’ün Askerî  İdadîsi ile öne çıkan bir şehir. İdadî’nin önüne kadar gidiyoruz fakat  elçilikten gelmesi beklenen bir heyet yüzünden içeri giremiyoruz. ’’Burada da mı protokol?’’ diye söylenen  iki - üç otobüs dolusu turist kafilesi gibi biz de binayı ve bahçesini dışarıdan fotoğraflamakla yetiniyoruz.

Son olarak Makedonya ile ilgili bir iyi, bir de kötü haber... Avrupa’nın en ucuz benzini burada satılıyor. Avrupa’nın en pis tuvaletleri ise yine burada mevcut. Abartmıyorum, Hindistan veya Mısırla yarışacak kadar kötü tuvalet kullanımı var ve halkın tamamı, mecburiyetten bu duruma alışmış. Onca modernleşme çabaları, onca yaygın heykel kültürü ve konum olarak Avrupa’nın tam ortasında yer almaları karşısında bu durumu yadırgıyoruz. Makedonya’dan Yunanistan’a geçiş yaptığımızda sadece bu tatsız durumdan kurtulduğumuz için tarifsiz bir mutluluk içindeydik diyebilirim.

Selânik’e ayak bastığımızda ise daha önce de defalarca duyduğumuz gibi kendimizi İzmir-Karşıyaka’da gibi hissediyoruz. Palmiyelerin sıralandığı sahili, yol boyu uzanan kafeteryaları, geniş balkonlu binaları ve sıcak iklimiyle gerçekten de İzmir’in ikiz şehrindeydik sanki.

Tüm Türk gruplar gibi doğruca Atatürk’ün doğduğu o şirin eve gidiyoruz. Özellikle avlu tarzındaki bahçesinde bulunan nar ağacı, babası Ali Rıza Efendi’nin kendi eliyle diktiği ağaç olması nedeniyle ilgimizi çekiyor.

Yunanistan’daki son durağımız Kavala. Kavala, istisnasız hepimizin beğenisini kazandı. Tıpkı Amasra gibi daha tepeden inerken muhteşem koy manzaralarıyla sizi etkisi altına alıyor; otobüsünüzün camından hangi koyu görüntüleyeceğinizi şaşırıyorsunuz. Rehberimizin de söylediği gibi, İzmir - Amasra karışımı bir sahil yöresi Kavala. Bir de Tekirdağ ve Kapadokya ile kardeş şehir olduğunu ekliyor kendisi.

Kavala da, Kavalalı Mehmet Ali Paşa sayesinde tanıdık geliyor Türkler’e. Kavalalı Mehmet Ali Paşa Külliyesi, ekonomik krizden dolayı kapatılana dek bir göçmen tarafından İmaret Otel olarak işletilmiş ve geceliği 150 - 180 Euro civarında oda fiyatlarıyla iş yapıyormuş.

Kavala demişken, sahil boyu birbirinden lezzetli balıkların, midyeli pilavların sunulduğu şirin balık restoranlarını ve meşhur bademli Kavala kurabiyesini de unutmayalım. Gözlemlediğimiz kadarıyla tıpkı aynı binadaki komşu daireler gibi, bizim de komşu Yunanistan’la  hiçbir farkımız yok. Yerleşim şekli, coğrafya, iklim, yemek çeşitleri  ve daha birçok özelliğiyle o kadar aynıyız ki rakı, kahve, baklava ve daha bir çok benzerliğe şaşmamak gerek.

Bu gibi benzerlikler için; onlar mı bizden aldı, biz mi onlardan, tartışması yapılır yıllardır. Oysa bu, tavuk mu yumurtadan çıktı, yoksa yumurta mı tavuktan, sorusu gibi cevapsız sorulardan biri sadece. Bir tek, cami minareleri yerine kilise haçlarını görünce kendinizi Türkiye’de sanmaktan vazgeçiyorsunuz. Onlar da asırlar boyu bir kilise, bir cami, ardından tekrar kilise olmaktan yorulmuş gibi duruyorlar. Dilleri olsa da sorsanız,  tahminimce kilise mi cami mi olduklarını bir an için kendileri de karıştırabilirler.

Onlar yorgun, biz yorgun, e dönüş vakti de geldi artık. Bu güzel gezi sayesinde anılarımız arasına bir güzellik daha kattığımız için mutlulukla Türkiye topraklarına giriş yapıyoruz.

           

           

             

           

           

           

 
Toplam blog
: 28
: 1805
Kayıt tarihi
: 31.07.13
 
 

İ.Ü Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ..