- Kategori
- Gündelik Yaşam
Komşum Can Yücel

Ne kadar yalansız yaşarsak, o kadar iyi!
Evden çıkıp anayolda sola dönünce ağır aksak bir yürüyüşle 15–20 dakika sonra Can Baba’nın mekânındayım. Her seferinde, altında imzası olan o kurşun gibi dize ile karşılıyor beni: “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi”. Sonra hal hatır faslı başlıyor. Ardından dünyanın ve Türkiye’nin son ahvalinden söz ediyorum ona. Küfür ediyor. Oysa “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” diyen o! “Dünya güllük gülistanlık” diyerek yalan söyleyecek değilim ya! Küfür nasıl da yakışıyor ağzına dudağının kenarında ateşten bir karanfil gibi. Küfür değil bir şiir yerli yerinde…
Ağustos 1999. Henüz 17 Ağustos büyük depremi olmamış. Ama ön sarsıntıları belli, çünkü Can Baba İzmir’de Dokuz Eylül Üniversitesi'nde hastanede. En güzel şiirine son noktayı koydu koyacak. Yüreğimizin yangını Ağustos sıcağını bastırıyor. Ağustos’un on ikisi Eski Datça’da o zamanki Muhtar Orhan’ın kahvesindeyim. Can Baba’dan konuşuyoruz, konuşuyoruz, konuşuyorken…
“Orhan Muhtar bir duble rakı koydu önüme,
Bardağa Can Baba'nın kokusu sinmiş,
Bir yudum aldım bir haber geldi:
İzmir’e "kara bulutlar" inmiş...
"Solunum ve dolaşım durdu " dediler,
Can baba'nın bardağının tam içine ettiler...”
Bademcik kanseri yaptı yapacağını, etti edeceğini. Oysa bademi meşhurdur Datça’nın, bademciği değil. Onun için söylemişti bir şiirinde:
“…..
Sanki bir bademağ'cıyım,
Benim çağlalarımı yiyin
Bir kadeh rakıyla
Dünyada Can’ın yaşadığını hatırlamak için
Şerefinize…”
İzmir’den “Mekân” seçtiği Datça’ya doğru günebakanlar ve dostları eşliğinde yola çıktığında, Bodrum’dan motor irisi bir feribotla yapacağı son mavi yolculuğunun son iskelesinde, Körmen Limanı'nda 150—200 kişi onu bekliyorduk karşılamak üzre. Ve ben elimde büyükçe bir kartona yazdığım “Mekânına Hoş geldin” karşılamasıyla oradaydım:
“Ben Datça'da keyiflerdeyken
Can Baba İzmir’de Hakka yürümüş.
Nasıl duyduysa duymuş;
Begonvilin çiçekleri,
Melisanın yaprakları kurumuş.
Haydi, CAN'lan be çiçek!
CAN'lan be yaprak!
Bundan böyle Can Baba
Sizlerle CAN'lanacak...”
Mekânına birlikte gittik. Anılarla bir kez daha birlikte olduk ve toprakla kucaklaştığında, yeşermesi dileğiyle bir umut diktik toprağa:
“Şu Datça’nın toprağı bitek mi bitek,
İster sardunya dik, ister begonvil,
Bir bakıyorsun... Dört bir yan çiçek.
Şimdi de Can Yücel’i koyduk toprağa,
Bekleyelim, görelim, bire kaç ver’cek.”
Toprak kimi ağırladığının farkında mıydı, hala emin değilim. Ama biliyordum, Can Baba orada da susmayacaktı. İnsanları ve toplumu silkeleyen şiirleri karşısında ne kadar dayanacaktı ki toprak? İki gün dayanabildi ve 17 Ağustos gecesi 03.00 civarında 7, 4 şiddetinde bir sarsıldı ki!
“Can babayı koyduk ya toprağa,
Yedi nokta dörtlük sallandı toprak.
O günden beri aklıma takıldı durdu,
Can baba gittiği yerde
Acep hangi şiirini okudu?”
O güne dek evlerimiz arası yürüyerek yaklaşık yarım saat idi. O günden sonra mekânlarımız arasındaki uzaklık on beş dakikaya, bizim aramızdaki uzaklık iadesiz taahhütsüz tek bir soluğa indi. Yakın bir komşum oldu Can Baba. Akşam balkonda kadehime eşlik edecek kadar yakın…
“Komşu olduk Can Baba,
Sıkılırsan... Sıkılma gel
Üç adımlık yoldayım.
Sağım Datça, solum sen,
Beklerim... Balkondayım.”
O gün bugündür Aysun ve ben, sevgili Güler Yücel’de yanımızda zaman zaman Can Baba’nın mekânına misafirliğe gidiyoruz. Komşu ziyareti. Ta ki gün gelip aramızdaki bir solukluk mesafe kapanıp da yanında kalıncaya değin…
EKS-i
Tik...
İadesiz bir soluk,
Eki,
Yaşanmıştır bir hayat,
Tak.