Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Mayıs '22

 
Kategori
Öykü
 

KÖPOĞLU DÜNYA

Köpoğlu Dünya…
Sabahın erkenin de evin nemli duvarlarından içeriye sinen soğuktan yataktan hiç çıkmak istemiyordum. Okula hiç gitmek istemiyordum. Üstelik o gün hem coğrafya hem de matematik sınavım vardı. Evde sabah kahvaltısı yapmak için Apık’ın fırınından dün aldığım somun ekmeğinin çeyreği, birde bir önceki sabahtan demlediğimiz çayın tortusu demliğin altına çökmüş buz gibi duruyordu sobanın üzerinde. Kalaylı bakır tencerenin içinde küp kesilmiş gözenekli ekşi keçi peynirinden de bir kalıp kalmıştı. Eksiye koydum dolmadı, boşa koydum dolmadı çaresiz yün yorganın altından çıkıp boyuna çizgili pijamalarımı çıkartıp, neredeyse ütü izi kaybolmuş Mahir’den ikinci el hediye krem rengi diz vermiş gabardin pantolonumu geçirdim üzerime. Pantolonun paçalarına sıçrayan çamurlardan ıslak bezlerle silsem de kalan lekeleri hiçe saydım. Birde yakası ters düz edilmiş iki gündür giydiğim trevire gömleğin yakası bal mumu gibi olmuştu. Kravatım yumruk gibi bağıyla boynuma biraz büyük gelse de mecburdu takmak. Ne de olsa bugün hafta sonu idi. Köye gidince Anam bol sodalı sıcak suda çitileyerek çıkaracak kirleri, kömürlü ütü ile közleri sallayarak kızıştırıp ütüleyecektim. Sobayı yakmadım, nasılsa az sonra çıkacağım diye. Üzerleri paslanmış “Milangaz” ocağını kav kibritle yaktım. Sarı tunçtan musluktan cağın içine buz gibi suyu akıttıktan sonra Şaniğin (Çaydanlık) içine az bir su koyup kaynattıktan sonra, demlikte dünden kalan çay tortusunun üzerine sıcak suyu dökünce ekşimiş demin kokusu yayıldı buram, buram. Soğukta duran tepsinin üzerindeki cam bardağın içine azıcık sıcak su çekip çalkalayarak alıştırdım sıcaklığa. Yoksa birden sıcak suyu koyduğun zaman tıpkı insanlığa benim kırıldığım gibi “çıt” diye çatlayıveriyordu.
Sonra dünden kalan kenarları kurumuş “pahlüke” (Fabrika) unundan çeyrek çarşı ekmeğini, kalan gözenekli keçi peynirini de koyup, bardağımı doldurdum. Kuruyan ekmeğin kırıntıları boğazıma kaçıverdi birden. Bardaktan dünden kalmış ekşimiş çaydan kallavi bir yudum çekip, boğazıma takılan ekmek kuruntusunu süpürürken, mideme kadar kavruldum. Hay senin ananı dedim orada kestim sinkaflı küfrü. Hemen Annemin sözleri aklıma geldi. Küfür edersem ağzımı üç defa çalkalatarak yıkatırdı. Bir daha kirletme ağzını aman ha diye tembihleyerek.
Kahvaltıdan sonra elime aldığım çıplak defter ve kitaplarımı elime alıp kapıyı çekip kilitleyip çıktım. Ev sahibimiz bizim üst katta oturuyordu. Benimle aynı yaşta Emin diye tek bir oğlu vardı. Bir de ablak yüzlü Saime diye bir kızı. Emin merdivenin altındaki kırmızı “Bisan” marka bisikletini çıkartıp kitaplarını da bisikletin arka terkisine koyup yaylı kıstırgaç ile sıkıştırıp koyarken; ben “Beyazıtların” köşeyi dönmüştüm. Bana bisikletin pilli kornasıyla bir “düt” çektikten sonra geçti gitti Emin. İmrenerek bakakalmıştım ardı sıra. Okulum iki buçuk kilometre uzakta kalıyordu. Köprübaşından başlayarak geçtiğim dükkanların, karşılaştığım insanların, geçen at arabalarının kime ait olduklarını tek tek bilirdim. En çokta Hükümet Binasına varmadan sağda “Uzun Ağa” denen fötrlü upuzun servi kavak gibi boyuyla Erdal İnönü’ye benzeyen badem bıyıklı bir adamın mağazası dururdu. İçinde camdan görünen Radyolar rafta dizili görünürdü. Hemen karşısında şarapçı İsmail’in tekel dükkânı dururdu. Onunda benimle adaş Adil isminde bir oğlu vardı. 
Hükümet Binasının girişinde tamponlarında iki Türk Bayrağı sallanan bir “Jeep” dururdu resmi plakalı. Kaymakam Beyin makam aracıydı. Daha ileride sağda Seyfullah’ın bin bir çeşit ihtiyaç malzemesi satan dükkânı dururdu. Girerken üç basamak yoldan aşağıya inerek girilirdi. Güneş yüzü görmemekten yüzünün derisi bembeyaz süt gibi dururdu. Birde koca burunlu bir oğlu vardı bizden oldukça büyük. Elinde ağaçtan metreyle üzerindeki rakam ve numerik milimetre çizgileri neredeyse kaybolmaya yüz tutmuş, basma kumaş toplarını bir çırpıda alıverip evirip çevirerek kaç metreyse ölçüp bir çırpıda makası takarak, cızzzt diye keser verirdi müşterisine. Hemen karşısında Kaya Nuri’nin mefruşat dükkânı dururdu. Kaya Nuri, uzun boylu yuvarlak yüzlü, dalgalı saçlı şişman göğsünü iyice öne çıkarak kısa boynu ile gülecek gibi duran simasıyla tahta kapısından gelip geçenleri seyre dururdu. Orta Okulun kapısına doğru Kambur, Burma Tatlısı yüklü üç tekerlekli camekândan arabasını, yavaaş yavaş okulun giriş kapısının ağzına sürerdi. Hemen karşısında mevzi alan “Eğlence” diye arada bir kafes bülbülü gibi öten, çekirdekçi İsmail, altına çektiği taburesiyle, üç tekerli üstü açık kuruyemiş tezgâhından günebakanları tahta saplı küçük mala gibi küreğiyle tepeleme düzeltir, isteyene bardak usulü gazetelerden yaptığı külahların içine doldurup yirmi beş kuruşa satardı.
Okulun bahçesine girdikten sonra “Hercai Menekşeler” gibi renklenirdi sınıflar ve okulun bahçesi.
O gün Coğrafya dersinden Cemal Ayık hocamın, Matematik dersinden Coşkun Dalcı hocamın yazılı imtihanını savuşturup; köprübaşından Kayseri yoluna giden tüm tekerlekli arabalarına el kaldırıp bizi götürecek vicdanlı bir şoförün insafına teslim olarak, gün ikindiden akşama dönerken boş bir kamyonun kasasın da kasanın içinde savrulan toz duman içerisinde köyün girişinde durdurup atlamıştım aşağıya… Hafta sonu yapacağımız haytalıkların diz boyunu aşan çeşidiyle iki günlük hafta tatilini savururduk… O zamanlarda bu günkü gibi, dinsiz, imansız bir enflasyon yoktu ki. 25 Kuruşun arkasında başı yazmalı bir köylünün, 50 kuruşun arka yüzünde başı yazmalı bir kadının, 1 liranın üzerinde Atatürk… 2,5 liranın üzerinde Anafartalar’daki Atatürk kabartması basılı demir paralarla haftayı tamamlar bir sonraki haftaya bağlardık ucunu. 
Şimdi sabah kahvaltısını bir gün önceki çayın deminin üzerine ekşimiş suyu çekip üzerine kuru ekmeğin yanına katık edecek peynir bile bulamaz oldu insanlar. Köpoğlu dünya, ne günler gösteriyorsun bize… Adil Bozkurt
Saygıyla...
 
 
Toplam blog
: 58
: 542
Kayıt tarihi
: 10.11.17
 
 

TANIYIN BENİ Yaşım on üç idi resim çektirdim Şimdi aksakalımdan tanıyın beni Ayağımda kara lastik..