Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Eylül '11

 
Kategori
Öykü
 

Kör kuyu

Kör kuyu
 

Dağevi, Söke 2011


Az iken uz iken
Deve pisliği koz iken
Annem evde kız iken
Kara tavuk kömürcü,
Saksağan berber iken.
At ekmekçi, köpek dülger iken
Tavuk saatçi, kedi çuhadar iken
Babam beşikte iken
Annem ağlar anamı sallardım,
Babam ağlar babamı sallardım.
Derken..
Şimdi bu döşemeye ara vermeli,
Masalı başlatmalı değil mi?

Zaman zaman içindeyken, kalbur saman içindeyken… Bir varmış bir yokmuş. Ülkelerden birinin başında oldukça yaşlı bir padişah varmış. Bu padişahın da iki geçimsiz oğlu varmış. Padişah ölüm döşeğinde yatarken bile bu iki oğul kendi aralarında kıyasıya bir taht kavgasına düşmüşler. Babalarının hastalığıyla hiç ilgilenmemişler. Babadır, elbet oğullarından güler yüzlü olmalarını, tatlı sözler söylemelerini bekler.
Bir beklemiş olmamış, iki beklemiş olmamış. Dayanamamış oğullarını çağırtmış.
- Siz ne biçim evlatsınız? Hastalığımla hiç ilgilenmiyorsunuz. Keşke ananız sizi doğuracağına taş doğursaydı da bir işe yarasaydınız. Selamsız sabahsız böyle kazık gibi karşımda dikilmekten sıkılmıyor musunuz? Hâlâ ne duruyorsunuz? Gidip şu onulmaz derdimin çaresini arayın, demiş.
Bu iki oğul, padişah babalarının katında utanıp sıkılmışlar. Ona karşı yaptıklarının iyi bir şey olmadığını düşünmüşler. Beklememişler, hemen yola düşmüşler…
Az gitmişler uz gitmişler…
Dere tepe düz gitmişler.
Nice dağlar, çöller aşmışlar, yorulmuşlar.
Yollarının üstünde karşılarına çıkan bir kör kuyunun başında konaklamışlar.
Azık torbalarını açmışlar, Allah ne verdiyse yiyip içmişler. Şeytan bu ya, iki kardeşi de tek tek dürtmüş, kalplerinde yeşerttikleri gizli isteklerini uyandırmış. Bunu üzerine bu iki kardeş, babaları ölünce onun yerine kimin başa geçeceğini tartışmaya başlamışlar. Nasıl olduysa olmuş, büyük oğlan fırsatını bulmuş, kardeşini kör kuyunun içine itmiş. Saraya dönmüş, padişah babasının huzuruna çıkmış. Yalancıktan gözyaşı dökmüş.
- “Sevgili babam,” demiş, “Senin canın sağ ya? Buna şükürler olsun! Buyruğunu tastamam yerine getirmek için küçük kardeşimle birlikte yol çıktık. Nice yarlar aşıp, nice ıssız yerlerden geçtik. Buralarda başımıza hiçbir iş gelmedi. Ama bir gün sık ağaçlı ormandan geçerken, önümüze kurt sürüleri çıktı. Hem kendimi, hem kardeşimi korumaya çalışsam da, kardeşimi kurtlar yedi. Sizlere ömür, ben kendi canımı zor kurtardım.
Padişah baba yalnız kalmak ve yüreğini yakan yangını, gözyaşlarıyla soğutmak için, oğlunu taht odasından çıkarmış.
“Ölenle ölünmez.”miş. Zaman geçtikçe, yaraları kabuk bağlamış, küçük oğlanı unutup gitmişler, kendi havalarına dönmüşler.
Dönmüşler ya? Bizim de dönüp gideceğimiz başka biri var.
Bu masal onsuz biter mi?
Bitmez.
Öyle değil mi?
Meğer küçük oğlanın içine atıldığı bu kuyu, kör bir kuyuymuş. İçinde damla suyu yokmuş. Küçük oğlan içine düştükten sonra saatlerce baygın yatmış, boğulmamış. Nasılsa kendine gelmiş. Karşısındaki aksakallı ihtiyarı görmüş.
İhtiyar, küçük oğlana sormuş:
- “Yavrum, sen kimsin? Nerden geldin? Burada ne arıyorsun? Biliyor musun, bu kuyuya düşen bir daha yeryüzüne çıkamaz.” demiş.
Oğlan başından geçenleri kelimesi kelimesine hiç eksiksiz anlatmış, ihtiyardan derdine çare istemiş. İhtiyar, belki biraz olsa da kendi oğluna benzettiği bu oğlana acımış. Söylemiş;
- “Şimdi kulaklarını aç ve beni iyi dinle. Sen acar ve yiğit bir delikanlıya benziyorsun. Meraklanma sakın. Seni buradan kurtaracağım.”
Hemen sakalından iki tel koparıp küçük oğlana vermiş.
- “Bunları birbirine sürttüğün zaman yanına biri ak, biri kara iki at gelir. Ak ata binersen yeryüzüne çıkarsın; kara ata binersen yedi kat yerin altına inersin. Dikkatli ol!”deyip ortadan kaybolmuş.
Küçük oğlan kılları birbirine sürtünce biri ak, biri kara iki at önünde durmuş. Kader midir, nedir? Ne demeli? Küçük oğlan, ak ata bineceği yerde yanlışlıkla kara ata biner binmez yedi kat yerin altına inmiş. Burası gizli bir yer altı ülkesiymiş! Bizim yaşadığımız dünyanın benzeriymiş. Küçük oğlan sağa sola bakmış, öteye beriye gitmiş, acıkmış. Bir evin kapısını çalmış. Bir nine kapıyı açmış.
Küçük oğlan, sormuş:
- “Nine! Beni konuk eder misin?”
Nine, bu geleni tanımadığı için sıkılmış.
- “Alamam!” demiş.
- “Niçin?”
- “Çünkü senin kim olduğunu bilmiyorum. İn misin, cin misin?”
Küçük oğlan bakmış, bu işin olacağı yok, hemen cebinden bir altın çıkarmış. Yeniden sormuş:
- “Bunu sana versem, alır mısın?”
Bazılarının el kiridir dediği paranın yüzü, bazılarına sıcaktır. Nine altını görünce oğlana kapıyı açar, içeriye buyur eder. Hazırda ne varsa, yemek yapar, yedirir. Karnını güzelce doyuran küçük oğlan, susar. Su ister:
- “Şimdi bir bardak soğuk suya, daha bir altın veririm. Buz gibisine iki altın!”
- “Suyumuz yok, oğul! Kocapınar’ın başındaki dev hiç kimseye su aldırmıyor. Fakat sadece haftada bir gün, kendisine genç bir kızla tepsi dolusu yemek göndeririz. Dev, bunları yiyinceye kadar pınarın başından ayrılır. Suya gelenlere aldırış etmez. Testisini kapan, fırsat bu fırsattır der, suyunu doldurur. Öteki sefere kadar bu su ile yetinmek zorundayız. Şimdi evde hiç suyumuz yok. Ancak kendini şanslı saymalısın. Yarın su alma günümüz. Padişahımızın kızı ona bir tepsi yemek götürecek. Dev yine pınarın başından ayrılacak ve su almaya gelenlere karışmayacak.”
- “Buna da şükür,” demiş küçük oğlan. “Buna da şükür! Şimdi sabırlı olmalıyım. Yarın ola, hayrola.”
Küçük oğlan, sabahı zor etmiş. Güzelim güneş henüz doğmadan, yola düşmüş, deve giden yolda padişahın kızını beklemeye başlamış. Çok geçmemiş, az sonra padişahın kızı, başında yemek tepsisi ile ufukta görünmüş. Küçük oğlan, kızın yoluna çıkmış, önünü kesmiş:
- “Sabahın köründe, böyle nereye gidiyorsun bacım?” diye sorunca, padişahın kızı bütün olanı biteni oğlana anlatmış.
Küçük oğlan, yüreklenmiş, padişahın kızına bir teklifte bulunmuş:
- “Beni, yoldaşın say! Seninle birlikte deve gidelim.” demiş.
Padişahın kızı, teklifi kabul etmiş.
- “Seni gözüm tuttu. Üstelik yiğit birine benziyorsun. Öyle olsun!” demiş.
Birlikte yola devam etmişler. Küçük oğlan, padişahın kızına niyetini açıklamış. Ondan sır verip ser vermemesini istemiş.
Küçük oğlan, devin yanına yaklaşıncaya kadar padişahın kızını izlemiş. Sonra Kocapınar’ı gören kuytu bir yerde gizlenmiş. Dev, hiçbir şeyden şüphelenmemiş, her zamanki gibi önce yemeklerini yemiş. Doymamış. Canı, insan eti çekmiş olacak, padişahın kızını da yemeye kalkışmış. Durumu sezen küçük oğlan saklandığı yerden çıkmış, oracıkta devi öldürmüş. Kız, nişan olsun diye devin kanına batırdığı elini, oğlanın sırtına bastırmış. Oralarda hiç eğlenmemiş, sevinç içinde babasına koşmuş.
Bütün olup bitenlerden habersiz olan padişah, kızına çıkışmış. Öfkelenmiş:
- “Niçin eli boş geliyorsun, kızım? Kocapınar’daki suyun köküne kıran mı girdi? Yoksa bizi susuzluktan öldürmeye karar mı verdin?” diye bağırmış.
Padişahın kızı, babasına durumu anlatmış.
- “Acar bir delikanlı, yoluma çıktı. Bana nereye gittiğimi sordu. Söyledim. Benimle yoldaş olma teklifinde bulundu. Razı oldum. Birlikte Kocapınar’a gittik. O yiğit, baş belası devi öldürdü. Elimde gördüğün bu kan, devin kanı. İz olsun diye, kanlı elimi o yiğidin arkasına da bastırdım.”
Padişah, bu işe çok sevinmiş. Ülkesinin her tarafına çığırtkanlar göndermiş. Ülkesinin bütün gençlerinin sarayının önünden geçmesini emretmiş. Kızını, devi öldüren delikanlıyı göstermesini için sarayın balkonuna oturtmuş.
Bütün bunlar olup biterken, devi öldüren yiğit, ulu bir ağacın gölgesinde uyuyakalmış. Bir ses duymuş, uyanmış. Bakmış, upuzun, kara bir yılan ulu ağaca çıkıyor. Yukarıdaki yuvada tüneyen yavrular ötüşüyor. Üşenmemiş, yattığı yerden kalkıp, gördüğü karayılanı öldürmüş. Fakat uykunun kurşun askerleri yakasını bir türlü bırakmamış. Padişahın küçük oğlu yeniden uykuya dalmış.
Devir dönmüş, vakit gelmiş. Zümrüdüanka kuşu yuvasına dönmüş. Ulu ağacın altında mışıl mışıl uyumakta olan delikanlıyı görmüş:
- “Demek bunca yıldır, benim yavrularımı yiyen adam buymuş!” diye söylenmiş.
Hiç beklememiş, yerden söktüğü kocaman taşı gagasının arasına almış ve uyuyan oğlanın üzerine atmak istemiş.
Tam bu sırada, bütün yavruları bir ağızdan bağrışmışlar:
- “Sakın, taşı delikanlıya atma anne! O delikanlı, arkana dönüce yerde göreceğin kayrılandan bizi kurtardı.” demişler.
Zümrüdüanka kuşu, koca taşı yere bırakarak oğlanın yanına gitmiş, onu uyandırmış.
- “Yiğidim, yavrularımı karayılandan kurtarmışsın. Seni ödüllendirmek istiyorum. Dile benden ne dilersen…” demiş.
Padişahın küçük oğlu, bilmediği bu kuşu küçümsemiş.
- “Senin gibi bir kuştan ne dilenir?” diye sormuş.
Zümrüdüanka, üstelemiş:
- “Derdin olmasa, buralara düşmez, yorgunluktan kara yerde uyuyakalmazdın. Bana dileğini söyle. Gerisine karışma.” demiş.
Padişahın küçük oğlu, kısa ömründe yaşadıklarını birer birer anlatmış, derdine derman dilemiş. Yeniden yeryüzüne çıkmak istediğini bildirmiş.
Zümrüdüanka kuşu;
- “Bu, benim için çok kolay bir iş!” demiş, “Bana kırk senek et, kırk senek su getirirsen, hiç durmaz, seni hemen yeryüzüne çıkarırım.”
Padişahın küçük oğlu çözüm için ilk konuk olduğu ninenin evine gitmiş. Nine, ona padişahın kendisini aradığını, onu bulmak için her tarafta tellallar bağırttığını söylemiş. Hiç kıpır sapır etmeden şimdi gidip derhal sarayın önünden geçmesini istemiş.
Padişahın küçük oğlu durmamış, saraya gitmiş. Sarayın önünden geçerken kız, onu görmüş. Padişah babasına;
- “Devi öldüren yiğit bu, baba!” diye söylemiş, onu göstermiş.
Padişah, hemen oğlanı çağırtmış. Ondan kızıyla evlenmesini istemiş.
Oğlan da:
- “Bana kırk senek etle kırk senek su verirseniz, kızınızla hemen evlenirim.” demiş.
Padişah, oğlanın dediklerini kabul ederek istediklerini hazırlatmış. Padişahın küçük oğlu, yoldaş olma teklifinde bulunduğu kızı, bu defa evdeşi olarak koluna takıp yürümüş.
- “Senekleri de askerleriniz getirsin!” demiş, padişahtan helallik almış.
Kızla birlikte, Zümrüdüanka kuşunun yavrularının bulunduğu ağacın yanına varmışlar, gölgesinde oturup beklemeye başlamışlar. Zümrüdüanka kuşu gelmiş, görüşüp yapmaları gerekenleri belirlemişler. Kırk senek etle kırk senek suyu, kuşun kanatlarına yerleştirmişler. Kendileri de sırtına uzanmışlar.
Zümrüdüanka kuşu:
- “Ben “gak” dedikçe et; “guk” dedikçe su verirsiniz.” der demez havalanmış.
Zümrüdüanka’ya “gak” dedikçe et, “guk” dedikçe su vermişler.
Az gitmişler, uz gitmişler. Git gide yeryüzüne yaklaşmışlar. Tam bu sırada seneklerdeki et tükenmiş.
Zümrüdüanka, “gak” diye seslenmiş. Padişahın küçük oğlu, bacağından bir parça et keserek kuşun ağzına atmış. Zümrüdüanka, bunun insan eti olduğunu anlayıp yememiş, dilinin altında saklamış.
Yeryüzüne inmişler. Tam helalleşip ayrılacakları sırada Zümrüdüanka, padişahın küçük oğlunun topalladığını görmüş. Bilmezmiş gibi davranmış.
- “Niçin topallıyorsun?” diye sormuş.
Padişahın küçük oğlu susmuş, bir şey dememiş. Zümrüdüanka dilinin altındaki et parçasını çıkarmış, oğlanın bacağındaki kesik yere yapıştırmış ve uzaklaşıp gitmiş. Oğlanın yürüyüşü düzelmiş.
Padişahın küçük oğlu ile yer altı padişahının kızı, doğruca saraya varmışlar. Padişah babası hâlâ ölüm döşeğinde yatıyormuş. Ölüm haberini aldığı oğluna ne kadar üzüldüyse, onun dönüşüne de çok sevinmiş! Hele oğlunun yanında dünyalar güzeli bir kızla döndüğünü görünce sevinci daha da artmış. Üstelik küçük oğlu, babasının derdine şifa olacak derman otunu da yanında getirip kendisine vermez mi?
Bütün bunları gören padişahın büyük oğlu, bu defa pabucun pahalı olduğunu anlar anlamaz, korkusundan ülkesinden kaçıp gitmiş.
Derman otu sayesinde iyileşen padişah, tahtını ve tacını küçük oğluna bırakmış. Kurtulmalık sadakasıdır diye ülkesindeki yoksullara birer altın verdirmiş.
Düğün dernek kurulmuş. Kırk gün, kırk gece süren muhteşem bir düğün yapılmış. O düğünde kimler, kimler yoktu ki? Büyük padişahlar, ünlü vezirler, şehzadeler, sultanlar…
Beni de unutmamışlar. Bu düğünü izlemeye yaraşır diye, davet etmişler.
Gittim, gördüm ve döndüm.
Heybemde üç elma var. Biri bu masalı koşup düzene, biri bu masalı anlatana, biri de can kulağıyla dinleyene.
Ne denir?
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

Oyhan Hasan Bıldırki

 
Toplam blog
: 51
: 1343
Kayıt tarihi
: 31.08.06
 
 

1947 Haziranı'nda Bağarası'nda doğdu. İlkokulu doğduğu yerde, ortaokul ve liseyi Aydın'da okudu. ..