- Kategori
- Öykü
Korsan Taksici Öğretmen, yakalayın! -1

İstanbul Bahçelievler'deki kayınının evinin önünde arabayı durdurduklarında evden çıkıp kendilerini karşılayan kadının suratı buruştu. Hafif bir hoş geldin dedikten sonra: ‘’Bak Şenel.’’ dedi daha eşyaları bile arabadan indirmeden:
‘’ Burası İstanbul, büyük şehir, yaşam şartları zor. Harcamalar ortak olur burada, haberin olsun.”
Şenel, neye uğradığını şaşırmıştı.
“Tamam yenge.” dedi. Eşyaları taşırken: “Zaten sen desen ben size fazla harcama yaptırmam. Ağabeyime kıyar mıyım hiç ? Çok şükür beyim öğretmen. Maaşımız var, iyi kötü idare ederiz inşallah.”
Halbuki, İstanbul’a maddi sıkışıklıktan dolayı gelmişlerdi. Anadolu’da ev sahibi olmak için bir konut kooperatifine yazılmışlar, altı yıldır ödeme yaptıkları halde daireler bitmemiş, aidatlar ise kendilerini iyice sıkıştırmıştı. Zaten benzin parasını bile bir arkadaşında aldığı 50 Markla denkleştirebilmişti. Sadece Altlarında 1990 model beyaz bir Broadway arabaları vardı. Bir kız bir oğlan iki çocuk, sığınmışlardı işte.
Yaz tatilinin başıydı ve Garip Öğretmen bir iş kulpu bulup çalışmak umuduyla apar topar İstanbul’a gelmişti ama bu işi bulmak hiç de kolaya benzemiyordu. Kayını İstanbul’da bir seyyar arabada lahmacun satardı.
Telefonda daha önce konuşmuşlar, ‘Gel enişte sana da burada iş ayarlarız.’’ Demişti. Fakat daha geldikleri ilk günden işin rengi değişmeye başlamıştı. Gerçi kayını henüz işten dönmemişti.
Akşam, kayını Memet işten geldiğinde ortam biraz rahatlamıştı. “Sıkıntı alma enişte.” Dedi. “Her gün zaten Hanifi gille işe birlikte gidiyoruz. Giderken de korsan bir araba çağırıyoruz. Biz de korsan çağırmayız. Üç kişiyiz. Sabah bizi Kumkapı’ya sen götürür, akşama da getirirsin. Benzin paran çıkar. Hele bir iş buluncaya kadar böyle idare et.” Dedi.
Öğretmen “Tamam.” Dedi. Ama ben evini bile zor buldum. İstanbul’u bilmem ki.”
“Zararı yok, biz zaten arabada olacağımız için sıkıntı olmaz. Böyle böyle öğrenirsin.
Hanifi, öğretmenin yeğeniydi. İki kardeş Kumkapı’da fırıncılık yaparlar, Memet de onlara yaptırdığı lahmacunları sokak sokak, kahve kahve gezerek satardı. Ama zaman zaman da zabıtayla başı derde girerdi. Çünkü seyyar araba ile satış yapmak aynı zamanda riskliydi.
Böyle birkaç gün devam ettikten sonra Hanifi: “Dayı,” dedi akşama kadar sen fırının önünde sıkılırsın. İş de arıyorsun. Gel bir iş ayarlayana kadar sana lahmacun yapalım. Sat satabildiğin kadar. Kazanırsan cebine koy, bizim sermayemizi de elbet verirsin. Ne olacak.”
“Bir bakalım.” Dedi. Gözleri dalıp gitmişti. Ne de olsa 10 senelik öğretmendi. Nasıl olacaktı ki bu iş ? Gerçi namussuzluk mu yapacaktı ki ? Gün boyunca düşündü, durdu. Yatağa girdikten sonra da sabaha kadar “Lahmacun satıcısı öğretmen.” Lafı belleğinde tekrarlanıp durdu.
Ertesi gün lahmacun tepsisi elinde, içinde sıcacık lahmacunlarla Beyazıt’a doğru tırmanıyordu. Tepsinin üzerine bir naylon geçirmiş, ilerden görenler ne olduğunu bilmiyordu. Bu nedenle arada bir “ Sıcak Lahmacun.’’Diye gayri ihtiyari sesleniyordu. Şu kahve senin bu işyeri benim derken epey yorulmuştu. Oturup bir kahvede çay içti. İsteyene de lahmacunu satıyordu.
Kahveden çıkar çıkmaz daha ilk gün olmasına rağmen karşısında mavi üniformalı iki zabıta belirdi. Başından kaynar sular döküldü.
“Kolay gelsin hemşerim.” Dedi birisi. “ Memleket neresi ?”
“Şanlıurfa.” Dedi. “Şanlıurfalıyım ben.”
“Anladım.” Dedi öbürü. “Korkma hemşerim.” Ne iş yapardın Anadolu’da ?”
“Öğretmenim, dedi kendisi. Boğazında koca bir düğüm. İş arıyordum da. Bulana kadar şey edeyim demiştim. Birisi :“Tamam hocam. Tamam, yorma kafanı ve üzülme. Sana hayırlı satışlar. Biz kahveye bir çay içmek için uğramıştık. İşine bak.” Dedi omzunu sıvazlayarak. Sonra sen temizlik kurallarına da uymuş güzelce üzerini kapatmışsın. Haydi rastgele.
Öğretmen ne kadar müteessir olmuştu. Kafası karmakarışık, ruh gibi dolaştı, durdu. Akşamüstü fırına geldiğinde lahmacunların yarısı duruyordu. Önlüğü çıkardı. Lahmacunları teslim etti. “Satamadım hepsini yahu Hanifi.” Dedi yeğenine.
O da: Yorma kafanı dayı, ilk günler böyle olur. Yavaş yavaş açılırsın. Sonra bu lahmacunları atacak değiliz. Tezgahta ısıtır satarız, hiç kafanı yorma.” Bu sözlere öğretmenin içi biraz rahatlamıştı.
İkinci gün, belki işler daha iyi olur, umuduyla satabileceği kadar lahmacun yaptırdı. İşyerlerini öğrenmişti. Ta üçüncü, dördüncü katlara çıkıyor, Kunduracı atölyelerine, deri atölyelerine gidiyor. İşçiler önce lahmacunu çekinerek alıyor, tadına baktıktan sonra bir daha, bir daha istiyorlardı. Satışlar sanki fark etmişti. Elinde lahmacun tepsisi tam Beyazıt Meydanına çıkmıştı ki “Hocam, hocam !” diye bir ses duydu.“Burada da mı ?“ diye endişe içinde döndü ki, öğrencisi Ramazan.
“Ramazan sen ne geziyorsun İstanbul’da ?” diye sordu. Ramazan eline sarılıp öptü. O da Ramazan’ı öptü.
“Hocam yaa! ”dedi Ramazan. “Lahmacun mu satıyorsun ? Çok üzüldüm, bak.”
Ramazan’ı Gerger’de ortaokulda daha dört yıl önce okutmuştu. Orta halli bir öğrenciydi.
“ Öğretmenlik yapmıyor musun yoksa Hocam ?” diye sordu.
“Yo,” dedi. Öğretmen, halen işime Adıyaman’da devam ediyorum, ama ilçemi değiştirdim. Burada çalışmamın nedeni de biraz sıkışıklığım vardı onun için.
“Olsun.” Dedi. Ramazan, “Ben hocamın seyyar satıcılık yapmasına çok üzülürüm.” Neyse dedi öğretmen, Kafanı yorma Ramazan, utanacaklar utansın, sen üzülme oğlum.”
“Sen ne iş yapıyorsun ?”
“ Deri atölyesinde çalışıyorum, Hocam.” dedi Ramazan. “ Lütfen gelin bir çayımı için. Hem de işyerimi görmüş olursunuz. Ben bir kaban atölyesinde çalışıyorum.”
Çok ısrar edince yakın bir yerdeki işyerine çıktılar. Ramazan bir yandan kesim yapıp bir yandan konuşuyordu. Masada çeşit çeşit kesim kalıpları vardı.
Çay içerken bir taraftan da sohbet ettiler. Ramazan diğer sınıf arkadaşlarından da söz etti. Ortaokul bittikten sonra okumamış, İstanbul’a gelerek bir atölyede işe başlamıştı. İyi de haftalık alıyormuş.
“Bana müsaade.” Dedi, öğretmeni.O, merdivenlerden inerken, genç öğrenci, öğretmeninden daha üzgün görünüyordu.
Öğretmen ise :
“Türkiye’de 79 vilayet var ve bu vilayetlerin en büyüğünde bulunasın. Anadolu’nun bir köşesinde okuttuğun bir öğrencin işe başladığının ikinci gününde seni yakalasın ! Tuhaf, çok tuhaf !” diye kendi kendine akşama kadar söylenip durdu.
Fırına geldiğinde tepsideki lahmacunların bir kısmı hala duruyordu. Yeğenine lahmacunları teslim etti. Paraları da verdi. Hanifi, bir miktar para da kendisine verdi.
“Kusura bakma Hanifi.” Dedi “Lahmacun işine devam edemeyeceğim.
“Niçin? Dayı ne oldu ?”
“ Vallahi, burada bile buluyor beni öğrencilerim. Artık satışa çıkamam. Ne bileyim, Bugün Ramazan’la karşılaştım. Yarın Hasan, öbür gün Ayşe karşıma çıkarsa ben ne yaparım ?”
Hanifi güldü. “Ohoo dayı, burada çalışan ne memurlar var, takma kafanı.”
Akşam eve döndüklerinde Hanifi,
“Dayıcığım.” dedi, gerçekten lahmacun işine çıkmayacaksan sana bir teklifim var.
“Nedir ? diye sordu dayısı.
“Korsan taksicilik! ”