- Kategori
- Felsefe
Koza...

Gözlerini açtığında, ellerine sarmalanan iplerin sıkılığını bileklerinde ve tüm bedeninde hisseder olmuştu… Neydi onu öylece oraya bağlayan karmaşa? Kapkaranlık, daracık bir yerdi içinde sıkıştığı… Bedenini oynatmaya çalıştıkça, etrafını saran şey vücuduna daha da dolanmaya ve etini boğmaya çabalıyordu… Ve etrafını saran milyonlarca iple sarmalanmış, bu daracık yerde öylece kalakalmıştı… Parmak uçlarıyla dokunduğu her bir ip, beyninde ani elektrik şoku etkisi yaratıyor ve gözlerinin önünde daha önceden başına gelen olaylara ve o olaylarla nasıl başa çıktığına dair kısa görüntüler çakmasına neden oluyordu… Buna anlam vermek gerçekten güçtü ve daha önce hiç böyle bir ortamda kendi yaptıklarıyla sorguya çekilmemişti, bir ip tarafından…
“ Beni bırak!..”
“ Seni tutan ben değilim ki, açığa çıkmayı şiddetle isteyen güçlerin, düşüncelerin… Eğer buradan kurtulmak istiyorsan, önce içinde bulunduğun ortamın ne olduğunu anlamalısın… Seni böyle sıkıca sarmalayan şey ne olabilir dersin? ”
“ İnan bana gerçekten bilmiyorum…”
“ Ama etrafına dolanan ipler bildiğini söylüyorlar… Her dokunuşta sana kendini seyrettirmiyorlar mı yoksa?...”
“ Evet ama bu ne demek oluyor ki?…”
“ Bu demek oluyor ki sen beni gerçekten hiç dinlemiyorsun…”
“ Dinliyorum… Hadi anlat ve çıkar artık beni buradan… Hem ben sana ne yaptım ki, benimle uğraşıp duruyorsun? "
“ İstedin… Sadece gerçekleri yaşamayı samimiyetle istedin… Ve ben de sana gerçekten nasıl bir ortamda ve ne koşullarda yaşadığını göstermeye çalışıyorum… Tabi biraz aklını, isteklerin doğrultusunda kullanabilirsen…”
“ Pekala… O zaman ben neredeyim ve neden bu şekilde iplerle sarmalanmış bir halde, bu ufacık odacığa sıkışıp kaldım?...”
“ Öncelikle, sen bir odacığa sıkışıp kalmadın... Burası senin kozan… Yani yaşantında önyargılı, eksik ya da düşünmeden verdiğin kararlar ve hareketlerle; kendi kendine, çevrene her biri canlı olan bu iplerle ördüğün kozan… İşte burası senin dünyan…”
“ Nasıl yani? Benim yaşantım sadece bu küçücük kozadan mı ibaret?... Biraz daha açık olur musun?... Ailem, dostlarım neredeler peki? Ya hiçbir bağım olmayan, her gün düzinelercesiyle karşılaştığım insanlar… Onlar neredeler?...”
“ Ailen, dostların ya da her gün rastlaştıkların kendi kozalarında etraflarına her gün yeni yeni ipler dolayarak, ya da bedenlerine doladıkları iplerden kurtularak yaşamlarına devam ediyorlar…”
“ Peki ama bu kozayı görmek bende neyi değiştirecek anlayamıyorum hala? ”
“ Şimdi yavaş ve sakince nefes almaya devam et… Bundan sonrasında sakin olmaya ihtiyacın olacak… Gözlerini sıkıca kapat ve nerede rahat olacaksan orada olmak istediğini düşün… Sadece düşün…”
Söylediği gibi yavaşça nefesini ve deli gibi çırpınan yüreğini kontrol etmeye çalıştı. Gözlerini sıkıca yumdu. Şimdi kendini kaybettiği ve bulmak istediği yerde olmalıydı… Kocaman, kızıl kahve gözlerini pencereye doğru çevirdi ve dışarıdaki koca çınar ağacının yapraklarının penceresini hırpalarcasına tekmeleyişlerini izledi bir müddet… Bu, ona artık penceresini bilmek istediği şeylere açma vaktinin geldiğini söylüyordu… Yüreğinin çırpınışları sükûnet buldu o an... Şu daralan yüreği genişletmenin vakti çoktan geldi de geçiyordu bile… Kendisini daha güçlü düşüncelere yem yapmalıydı ki, çok daha büyük düşüncelere yelken açma fırsatını bulabilsin… Bu düşüncelerle, gözlerini karşısında dimdik ayakta duran silüete yöneltti… Birkaç dakika sessizce birbirlerini seyrettikten sonra, silüet ağır adımlarla pencerenin önünde durdu ve yanına geçerek ciddi bir ses tonuyla içindeki düşünceleri kelimeleştirdi…
“ Sadece değişeceksin... Bunun olmasını hep bekledin ve istedin, şimdi neden korkuyorsun? Benden mi?... Yoksa sonsuzluğa çırpınacak kanatlarının yetersizliğinden mi?.. Bunları konuşmuştuk. Tekrar başa dönmeye gerek var mı bilemiyorum.. Şimdi bana izin ver ve güven… Dün gece hep yanındaydım ama sonuca varamadın… Bir zorlukla karşılaştığında kanatlarını gövdene kilitlemezsin değil mi? Olanca gücünle kanatlarını gerer ve gökyüzünde süzülmeye başlarsın… Kanatlarını açarak, havada süzülmen için tüm bunlar… Yavaş ama güvenlice ilerleyelim şimdi, tamam mı? ”
Tek kelime etmeden silüete doğru döndü… Aslında bu, başka bir kişiyle ve başka bir ortamda olsa kesinlikle yapmayacağı bir hareketti sanırım. Boşluğun içinden ona ulaşan sözler, öyle samimi bir tablo çiziyordu ki; her şeyi yaptıracak bir cesaret veriyordu bu kelimeler ona… Hep böyle olmamış mıydı? O, “ Bana güven!” diyordu, bu kelimelere can vermesiyle birlikte yüreğine inanılmaz bir güven duygusu yayılıyordu içinden. Bir yerlerden, sürekli olarak silüetin derinliklerine doğru çekildiğini hissediyordu…
Silüet yavaşça şekil değiştirmeye başladı… Bu sefer kendi bedeninin gölgesi gibi olmuş, içindeki karanlık boşluktan; ince, uzun parmaklarıyla sağ elini alnına koyarak, parmak uçlarını kafasının üst kısmına sert bir biçimde bastırmıştı ve sonra sol elinin parmaklarını açarak göğüs kafesine yerleştirdi…
“ Şimdi senden dikkatlice bakmanı isteyeceğim. Göz kapaklarını hiç kırpmadan yoğunlaşarak... Korkmadan, içimdeki karanlığın nasıl aydınlığa kavuştuğuna dikkatlice bak.”
Bir kukla gibiydi artık. Karanlıktan ona ulaşan her bir kelimeye kendisini esir ediyordu… Silüetin ta içlerine daldı, çok derindi... Daha önce hiç görmediği ve algılamadığı bir derinlikti bedenine yerleşen karanlık… Aslında bunu daha önce bir yerlerde yaşadığını hissetti, hızlı bir düşüş gibiydi hissettiği... Tıpkı uçaktan atladığı andaki gibi…
“ Sadece tek bir an… Aklındaki her düşünce kırıntısından kurtul… Sadece bu an olmalı senin için…”
Bedenli düşüncelerinden soyunarak kendini tamamen karanlığın kollarına bıraktı…
Kocaman bir hiçlikti yaşadığı… Sadece küçük kıvılcımlar çakıyordu çok derinlerde. Onları anlamak için daha bir dikkat kesildi. Silüetle aralarında artık bir boşluk yoktu ve hiçbir zaman böyle bir boşluk oluşmamıştı… Sanki tüm yaratılış tarihi bu kıvılcımlarla hayat buluyor ve tekrar başka bir boyuta sıçramalar yaşıyordu… Bu küçücük kıvılcımlar, bize göre öyle büyük olaylardı ki… Geçmiş ve gelecek dediğimiz tüm nitelendirmeler bu kıvılcımların patlama ve sönüşleriyle var oluyordu. Hatta bunlardan birinde, bizim savaş dediğimiz tüm toplumları derinden etkileyen kaos ortamları, ölümler, vahşet diye adlandırdığımız işkenceler, hırs, öfke… Ve bunun gibi birçok şey, bu ufacık kıvılcımların içinde neredeyse yer bile etmeyecek bir toz tanesini anımsatıyordu… Ve daha neler neler... Bu sonsuz derin seyrin içine sıkışmış, ardı arkası kesilmeden sürekli olarak bir açığa çıkış sunuyordu bilincine…
“ Burası neresi? Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim?..” Aslında bir mekân ya da bir zamanda değildi… Kendini attığı bir “an”dı ama sonsuzdu. Aslında burada, dünyada kullandığı gözler ona yol göstermiyor, elleri bir şeylere dokunup hissetmiyor, ayakları onu bir yerlere götürmüyordu. İçine yorumunu katamadığı bir hissediş yaşattırılıyordu o an, saf bir boyuttan… Bu hissedişe kilitlenmişti bilinci. Hiçbir yerde, hiç kimseyle olmak istemiyordu. İçinde bulunduğu, bu her tadı kapsayan, her ayrımı kucaklayan şey onu da sımsıkı bağlamıştı kendisine… Ortada bağlanan biri yoktu aslında... Ne de bağlayan bir şey vardı… Bu bir anlık hissedişte, yok olmuş ve kendinden geçmişti…
Tam o anda, kapının sesiyle vücudu titreyerek irkilmiş, kendi dünyasına doğmuştu… Gözlerini açtığında yüreğindeki hissediş etrafa uçuşmuş, silüet ise gözlerinin önünden kaybolmuştu… Yaşadığı bu hissedişler karşısında toparlanmaya çalışırken, zil olanca kuvvetiyle çalınmaya devam ediyordu… Sersemlemiş bir kafayla yataktan kalktı ve megafona seslendi…
“ Kim o?..”
“ Benden başka kim olabilir ki… Beklediğin başka biri mi var yoksa?...”
“ Tabi ki hayır. Hadi yukarı gel…” diyerek otomatiğe bastı… Kafası karmakarışık bir halde içindeki bilgilerin, görüntülerin sıkmasıyla patlayacak hale gelmiş, sanki biraz önce hayattayken şimdi tekrar o kozanın içine hapsedilmiş her şeyden habersiz bir tırtıl rolüne bürünüvermişti…