Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Şubat '22

 
Kategori
Öykü
 

KURU FASULYE

KURU FASULYE

Sömestr tatilindeydiler, parası olmadığı için memleketine de gidememişti. Hiç bu kadar sıkıntı içinde olmamıştı. Öyle pek içine kapanık, utangaç biri olmasa da, her nedense, arkadaşlarından borç para da isteyememiş, kaderine razı olup, okul tatil oluğunda kalakalmıştı bu şehirde. Kimsecikler yoktu arkadaşlarından, emin değildi ama en azından öyle olduğunu sanıyordu. “Bir başına geçer mi on beş gün, kahretsin!” deyip duruyordu. Ne vardı sanki isteseydi bir yol parası tek gidiş İstanbul’a. Ama olur mu hiç? Olmaz ki gururu incinirdi, alışmamıştı küçüklükten beri para istemeye, çünkü hiç harçlıksız kalmamıştı, ne para tutmaya alışkındı, ne de borç istemeye, para konusunda alışkın olduğu tek şey, olduğu kadarını savurup harcamaktı. Arkadaşlarından kimse de aklına getirip sormamıştı “halin nedir?” diye. Sorsalardı belki de isteyebilir; “Hiç param kalmadı, memlekete gidemeyeceğim. Buralarda kalacağım” Diyebilir, yanında fazla para olan birinden borç alabilirdi. Ama olmadı ne yazık ki.

Sigara paketindeki son sigarayı da gece geç vakit içip yattığı için öğlene doğru uyanmıştı. Uzun uzun gerindi, eli yatağının yanındaki masada duran Maltepe paketine gitti. Boş olduğunu anlayınca paketi avucunun içinde kırıştırdı, tekrar masaya attı. Oda leş gibi sigara kokuyordu, tüm eşyaların üzerine sinmişti bu tiksindirici koku. Onunsa umurunda değildi. Biryandan karnı zil çalıyor, diğer yandan canı müthiş sigara istiyordu.

Kalktı, lavabonun yolunu tuttu, aynada sigaradan sararmış dişlerine baktı; “Ne kadar fırçalasan boş, beyazlamaz artık.” diye iç geçirdikten sonra yüzünü yıkadı. Yatarken giydiği eşofmanlarını çıkarıp, bir gün önce giydiği kot pantolonunu ve çift cepli spor beyaz gömleğini, yakasının kirli olup olmadığını kontrol ettikten sonra tekrar üzerine giydi. Önce mutfağa girdi, bütün çekmeceleri karıştırıp yiyecek bir şeyler aradı, Ama hiçbir şey yoktu. Spor ayakkabılarının arkasına basıp bahçede aldı soluğu. Büyükçe bir taş parçasına basarak ayakkabılarının bağcıklarını bağladı, kotunun paçalarını düzeltti ve yeşile boyalı, üzerinde hanımeli takı olan bahçe kapısını arkadan çekip mandalını kapattıktan sonra yola koyuldu.

Amaçsızca Yürürken, ellerini kotunun ceplerine soktu, fakat hiçbir sıcaklık hissetmedi. Öğrencilik halleri bu ya, cebinde bir ekmek alacak parası bile yoktu. Bomboştular, bozuk para cebinde de işaret parmağını birkaç kez gezdirdi, Sanki birkaç kez gezdirince para çıkacak! Hani, bir şey kaybedince ceplerini defalarca ararlar ya, ne yapsın garibim, o da belki birkaç kuruş -gerçi o zaman kuruş da yoktu ya, milyon desek daha doğru olur- bulurum diye umuyordu her hal. Ama ceplerden hiç umut yoktu.

Bir yandan açlıktan midesi kazınıyor, geçerken uğradığı kıraathanelerin çay ocağından birer bardak musluk suyu içip açlığını bastırmaya çalışıyor, diğer yandan sigarasızlık, ne yapacağını bilemiyor, çaresiz batıdan doğuya, doğudan batıya doğru arşınlıyordu koca şehri. Bir çay içecek parası dahi olmadığı için, her zaman takıldıkları parka dahi gitmek istemiyordu canı. O kadar yürümesine rağmen yollarda ne bir arkadaşa, ne de bir tanıdığa rastlamıştı. Çok yorulduğunu hissedince dönüp eve gitmeye, kafayı vurup yatmaya karar verdi. Adımlarını hızlandırıp evin olduğu istikamete doğru yöneldi, açlık ve sigarasızlık başına vurmuş bir halde daha hızlı adım atsın, hatta koşa koşa gitsin istiyordu eve.

O ara bir ses duydu arkasından “Kardeşim, nereye?” önce irkildi gaipten sesler duyduğunu sandı, ama bir kez daha;

“Kardeşim dursana, nereye gidiyorsun böyle?” diye arkasından seslenildiğini işitince durdu ve arkasına baktı. Arkasından gelen, çok samimi olduğu sınıf arkadaşlarından biriydi;

“Yahu ne bu acelen, nereye böyle koşar adım, dursana be adam!”

“Nereye olacak, eve gidiyorum.”

“Napıcan evde?”

“Yemek yiyecem, hadi sen de gel”

Arkadaşı yemek lafını duyunca çok sevinmişti;

“Allah! Ne yemek var?”

Birden öyle çıkmıştı, evde yemek olduğu çıkmıştı ağzından, karnı açlıktan gurulduyor olmasına rağmen, aklına hiçbir yemek gelmiyordu;

“Sen tahmin et, bakalım bilebilecek misin?”

Arkadaşının saydığı üç dört tane yemeğe hayır dedikten sonra, en son kuru fasulye deyince;

“Hah tamam buldun, kuru fasulye var.”

Sevinçten dört köşe olmuştu arkadaşı, ellerini ovuşturuyor, belli ki o da çok acıkmış, biran önce gidip yemek için yerinde duramıyordu. Arkadaşının sevincini görünce bir an doğruyu söylemek geçti içinden ama yapamadı;

“Ama evde ekmek yok, sen şuradan 2 ekmek al, bir de şu orta boy yoğurtlardan al, kuru fasulye ile beraber yeriz.”

“Yok, be oğlum, yoğurtla iyi gitmez o, ben en iyisi turşu alayım.”

Hay Allah, ne desin şimdi ekmekle de turşu yenmezdi ki, takıldı kaldı, aklına bir şey de gelmiyor;

“Buranın turşuları yaramaz, boşuna alma, geçen gün aldık, yiyemeden hepsini attık, boş ver turşuyu, sen yoğurt al taze taze yeriz.”

Şimdiden ekmeği yoğurda çala çala yemeye başlamıştı hayalinde. Diğer yandan arkadaşına karşı çok mahcup hissetmeye başlamıştı kendini, sanki dönülmez bir yola girmiş gibi, dönemiyordu söylediklerinden. Açlık işte, insana yalan da söyletiyordu.

Elinde taptaze, mis gibi kokan iki ekmek ve orta boy bir yoğurt hızlı adımlarla eve doğru kuru fasulye yemeğe giderken arkadaşına;

“Ya, bir şey soracağım, sen sigara içiyor muydun?”

“Hayır, kullanmıyorum. Evde soğan var mı? Neden sordun ki?”

“Hiç, ben içiyorsun sandım bir an. Soğan mı? İstemediğin kadar.”

O, taze ekmekle yoğurt yemenin hayali, arkadaşı ise ne zamandır özlediği mis gibi, sımsıcak kuru fasulye ve yanında soğan kırıp yemenin hayaliyle heyecanla konuşarak eve doğru koşar adım gözden kayboldular.

Adnan Şişman
24 Eylül 2012, 17:30, İzmir

 
Toplam blog
: 177
: 9
Kayıt tarihi
: 21.08.15
 
 

1961 yılının sıcacık Temmuz ayının 12. Günü sabah serinliğinde, Üsküdar Zeynep Kamil doğum hastan..