Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ağustos '11

 
Kategori
Öykü
 

Martıburnu Feneri

Martıburnu Feneri
 

Memlekete her geliş gidişimde dikkatimi çekerdi Martıburnu feneri. Ancak her defasında sayılı izin günlerimden olacak, bir türlü görmeye gidemezdim. Çepeçevre Karadeniz’i ve bu şirin fenerin süslediği burnu kuş bakışı gören balkonumuzdan bakmakla yetinirdim. Fener sık çam ağaçları ve kızılağaçlarla kaplı burnun denizle kucaklaşan ucundaki kayalığın üzerindeydi. Karadeniz otoyolu yapılmadan önce feneri gözlerden saklayan bu koruluk, yol yapılırken bir hayli tıraşlanmış ve geriye pek az bir şey kalmıştı. Her şeye rağmen fener son kalan bu yeşilliğin içine saklanmayı başarır, gündüzleri derin bir uykuda kaybolur, ancak akşam olup karanlık çökünce birden canlanarak güçlü huzmelerle deryaları ışığa kavuştururdu. Gerçi son yıllarda radarların yaygınlaşmasıyla küçücük yatlar bile fenerleri iplemez olmuştu ama denizler onlarsız olmuyordu işte.

Köyde şöyle bir dolaşınca fener hakkında çok garip şeyler öğrendim. Meğer fenere uğramayan yalnız ben değilmişim. Köylüler de tuhaf bir korku ve çekingenlikle ondan uzak duruyorlardı. Martıburnu’ndaki küçük şirin fener sanki Jul Vern’in ‘’ Dünyanın bir ucundaki fener’i ‘’ gibiydi. Hatta adını değiştirerek ‘’ Korkuburnu Feneri ‘’ koymuşlardı. Garip hikayeler dolaşıyordu fener hakkında. Özellikle uzun yıllardır orada görevli olan fenerci adeta korkulu bir düşe benzetiliyordu. Köyün yaşlılarıyla konuşup, konuyu biraz deşmeye karar verdim. Yaşlı bir amcayı dinlerken işin biraz da alaycılığında olan benim bile içim ürperdi. Anlattıklarına göre yaşlı fenerci vakti zamanında kanlı bir katilmiş. Bir süre yattıktan sonra aftan yararlanıp tahliye olunca bir adamını bulup fenere bekçi olmuş. Önceleri gariptir diye çok iyi karşılamış köylüler. Zaman zaman fenere uğrar, sigara ve yemek götürür, köye davet ederlermiş. Ancak o her defasında asık yüz gösterir, konuşmaktan kaçınır, hatta getirilen yemekleri bile kabul etmezmiş. Hele çocuklara karşı anlaşılmaz bir öfkesi vardı. Fenere yaklaşma cesareti gösteren meraklı yaramazları ana yola kadar kovalar, bağırıp çağırarak bir daha buraya gelmemelerini söylermiş.

Ve o acı gün..Fenercinin bütün bu tedbirlerine rağmen çocuklar durmak bilmeyen bir merakla fenere yaklaşır ve hatta kayalığın ucuna kadar gelerek aşağılarda köpük dansı yapan denizi seyretmeye çalışırlardı. Bir gün nasıl olmuşsa dengesini kaybeden bir çocuk kayalıklardan aşağı uçmuştu. Bunu gören diğer çocuklar dehşetle köye koşmuş ve acı haberi vermişlerdi.

Başta ana babası olmak üzere bütün köy çığlık çığlığa Martıburnu’na koşmuş, kimisi ip sarkıtıp kayalıklardan aşağı inerken kimisi de ellerindeki tüfeklerle fenerciyi aramaya başlamıştı. Hiç kimsenin aklına çocuğun kazayla düşebileceği gelmiyordu. Fenerci en başından katil damgasını yemişti ya, en azından o kovalarken düşmüştü çocuk. Hatta çocuğu aşağıya itmiş de olabilirdi. Yargısız infaz fellik fellik onu ararken, kayalıklara inenler talihsiz çocuğun cesedini çıkarmışlardı. Köyün yarısı feryat figan içinde çocuğun salini götürürken diğer yarısı hala fenerciyi arıyordu. Bulunması halinde çapraz ateşe tutulup infaz edilmesi muhakkak gibiydi. Halbuki o çoktan kaçmış, yakındaki ilçe jandarmasına sığınmıştı.

Kanun Martıburnu’ndaki ölüm soruşturmasını sıkı tuttu. Savcıların biri gitti, biri geldi. Fenerci defalarca getirilerek tatbikat yapıldı. Çocuklar olay yerine çağrılarak çapraz sorguya alındı. Sonunda fenerci suçsuz bulunarak çıkartıldığı ilk mahkemece serbest bırakıldı. Olayın kaza sonucu vukubulduğu sonucuna varılmıştı.

Ancak bu durum ölen çocuğun ailesi başta olmak üzere köylüleri tatmin etmemişti. Fenerci adeta bir düşmanlık çemberi içinde ‘’ Korkuburnu’nda ‘’ hapsedilmiş gibiydi. Kasabaya gidemiyor hatta fenerden dışarı bile çıkamıyordu. Bir gece yarısı kimliği meçhul şahıslar feneri sararak kurşun yağmuruna tuttular. Fenercinin de canına tak demişti ya, çiftelisiyle ondörtlülere karşı kendisini savunuyor, fenerin mazgal gibi pencerelerinden açılan ateşlere karşılık veriyordu. Jandarmalar yoğun silah seslerini duyup yetişmeseler bu çatışma sabaha kadar sürecek ve büyük ihtimal fenercinin ölümüyle sonuçlanacaktı.

Birkaç şüpheli jandarma tarafından içeri alınıp sorgulandı ama kesin delil olmadığından serbest bırakıldılar. Ancak şu bir gerçektir ki ne köylüler bu işin peşini bıraktılar, ne de fenerci artık pes deyip çekip gitmedi. Bir garip kan davası gibi yıllarca sürüp gitti. Martıburnu’ndaki fener korku ve kinden örülmüş garip bir kozanın içinde ışıdı durdu.

Köylülerden bunları dinleyince aklı başında bir insan olan amcama sordum. Ne var ki o da farklı bir şey söylemedi. Sadece ‘’ Ali’yi hiç dinlemediler ‘’ dedi. ‘’ Belki söyleyeceği bazı şeyler vardı ‘’

Böylece adını da öğrendiğim fenerci Ali’nin söylediklerini duymak için hemen fenere gitmeye karar verdim. Tabii bu niyetimi amcam dahil hiç kimseye söylemedim. Oraya gitmeme için bin dereden su getireceklerini iyi biliyordum.

Bir sabah ‘’ kolay kaçabilmek için ‘’ spor ayakkabılarımı giyerek Martıburnu’na doğru yola çıktım. Uçarak gelen otomobillerin altında kalmadan otoyolu karşıya geçmek işin birinci raunduydu. İkinciyle de fenerin önünde yüzleşmek için küçük koruluğa daldım. Ağaçlar arasından beyaz bir hayalet gibi parıldıyan fenere kilitlenerek yürümeye başladım. Parmaklarımın ucuna basarak adımlar atıyor, nereden çıkacağını bilmediğim fenerciye yakalanmamaya çalışıyordum. Ancak sonuçta ‘’ içimdeki korkuyla yüzleşeceğim ‘’ kesin olduğu için pervasız bir şekilde fenere doğru yürümeye başladım. Beyaz boyalı taş binanın önünden denizin görünüşü gerçekten muhteşemdi. Karadeniz’in azgın sularıyla kucaklaşan yalçın kayalıklar ak köpüklü dalgalarla dövülüp duruyor, kayaların arasından fışkıran göz alıcı yeşillikler insanı şaşkına çeviriyordu. Üstelik hiçbir yerde görmediğim kadar iri böğürtlenler sinsi bir tuzak gibi insanı aşağılara çekiyordu. Bunları görünce çocukların neden burayı sevdiğini daha iyi anlamıştım. Herhalde o talihsiz yavrucak da bu böğürtlenlere ulaşmaya çalışmış, ancak belki başaramadan aşağıya uçmuştu.

Tam önümdeki bu manzaraya dalmıştım ki kulağımın dibindeki şiddetli gürlemeyle silkinip dönünce fenerciyle burun buruna geldim. Sağ baş parmağımı üç defa emerek ürküntümü giderdikten sonra öfkeyle yüzüme bakan fenerciye:

- Şey, bakın.. dedim kekeliyerek,

- Kötü bir niyetim yok. Sizinle konuşmaya geldim.

Fenerci öfkesinden bir milim bile gerilemeden:

- Ne konuşacaksın benimle?

diye bağırmasına devam etti.

- Çabuk defol buradan!

Bir yandan da sağ eliyle otoyol tarafını işaret ediyordu. Elinde hiçbir şey yoktu ama biraz ötesinde keskin bir çay orağı yerde duruyordu. Acaba anlatılanlar doğru muydu? Bu adam gerçekten kanlı bir katil mıydı? her şeye rağmen direnmeye karar verdim:

- Ali Amca dinle beni, diye üsteledim.

- Ben bu köyden değilim. İstanbul’dan yeni geldim. Hakkınızda anlatılanların da tek kelimesine inanmıyorum. Bunun için de sizinle konuşmaya geldim. Lütfen oturup konuşalım.

Fenerci öyle kolay ikna olacağa benzemiyordu:

- Nesin sen ? diye sordu sertçe,

- Avukat filan mısın?

- Hayır Ali Amca. Yazarım sadece. Basılmış kitaplarım var.

Fenerci bu defa alçak ama alaylı bir sesle:

- Neyi yazacaksın? Hakkımda yeni bir senaryo mu?

İşte burada kazanmıştım ikinci raundu. Yavaş yavaş gevşiyordu adam. Fazla düşünmesine fırsat vermeden devam ettim:

- Dedim ya Ali Amca… Hakkınızda anlatılanlara metelik vermedim. Zaten kanun aklamış sizi. Ona bir şüphe yok. Yalnızca köyden hiç kimsenin düşünmediği bir işi yapmaya geldim: Hikayeyi bir de sizin ağzınızdan dinlemek istiyorum.

Fenerci bu sözlerim üzerine bir süre düşündü. Neden sonra bir taşın üzerine otururken başka bir taşı da bana gösterdi:

- Otur da dinle öyleyse, dedi.

- Madem ki istiyorsun anlatacağım her şeyi. Kardeşimle ilgili bir olaya karışmış ve birkaç yıl mapusta yatmıştım. Ancak bazılarının iddia ettiği gibi katil- matil değilim. Kader işte. İnsan alın yazısına göre yaşıyor.

Mapustan çıkınca bir yakınımın yardımıyla bu fenerde işe başladım. Önceki fenerci lakayt bir adamdı. Aslı işini savsaklar, başka şeylerle uğraşır, günlerce fenere uğramazdı. Fenerin dibi sarhoş yatağı olmuştu. Köyün çocukları da burasını oyun yeri etmişlerdi. Kayalıklara asılarak böğürtlen toplamaya çalışır, hayatlarını adeta hiçe sayarlardı.

Önce sarhoşlardan başladım işe. Büyük bir mücadele vererek ayaklarını kestim buradan. Adamlar artık fenerin semtine uğrayamayınca beni millete öcü gibi tanıttılar. Adımız kanlı katile çıktı. Çocukları tehlikeye atmamak için de onlara sert davranmaya, buraya sokmamaya çalışıyordum. Aslında çok yufka yürekliyimdir. Çok severim çocukları. Ancak bağrıma taş basarak kovaladım durdum onları. Burunları kanamasın diye yaptım bunu. Ancak beni anlayabilen bir Allah’ın kulu çıkmadı. Adımız iyice kötüye çıktı.

Ve derken o acılı gün…Fenerin içinde çalışıyordum. Dışarıda beni görmeyen çocuklar gizlice gelerek yine kayalıklara asılmışlardı. Ne yazık ki içlerinden biri dengesini kaybedip aşağı uçtu. Çok korkan çocuklar köye koşup olayı haber verince adımız kanlı katil ya, tabanca tüfekle gelip fellik fellik beni aramaya başladılar. Canımı kurtarmak için kaçıp jandarmaya sığındım. Gerisini biliyorsun. Mahkemede beraat etmeme rağmen yapmadıkları kalmadı bana. Kaç defa feneri yaylim ateşe tuttular. Her defasında sabrettim ben. Allah’a havale ettim onları. Başka ne yapayım? Sen söyle ne yapayım?

Adamcağızı dinlerken bayağı üzülmüş, bir haylide sinirlenmiştim :

- Tam da tahmin ettiğim gibi Ali Amca, dedim.

- Sen insanlığını göstermişsin ama karşındakiler insan olamamışlar. O köydekilerin birçoğu yakın akrabam. Amcam, dayım ve diğerleri…Onlar namına senden özür dilerim. Müsaade et, gerçeği anlatayım, barıştırayım sizi.

Fenerci ümitsizce başını sallayarak:

- Boşuna gayret etme, dedi.

- Ne ben onları affederim, ne de onların düşmanlığı biter.

Ne diyebilirdim? Kin ve nefretten örülmüş demirden buz dağlarını kim eritebilirdi ki?

Saatlerce fenerde kaldım. Dereden tepeden konuştuk. Hatta küçük evine gidip çay demledi bana. Alaca karanlıkta, fenerin ışıltısını arkamda bırakarak köye dönerken karmaşık duygular içindeydim. Yüreğimde birazda öfke vardı. Birazdan köy kahvesine uğrayacak ve bu öfkeyi fena yansıtacaktım.


………………. ……………………..

Nitekim kahveye sinirli bir şekilde ayak bastım. Amcam da içerdeydi. Beni görünce:

- Hayrola yeğenim?

diye sordu.

- Birden kayboldun. Nereye gittin ki?

- Fenere gittim, dedim asık bir yüz ifadesi ile.

- Martıburnu Feneri’ne…

- Fenere mi?

diye irkildi amcam.

- Başka gidecek yer bulamadın mı? İyi başına bir şey gelmedi.

- Evet, dedim alaycı bir tavırla, az daha beni de aşağı itiyordu. Zor kurtuldum adamın elinden.

Amcam bu sözlerimi duymamazlıktan geldi:

- Bir daha yaklaşma oraya. O adam tekin değildir.

- Amcan doğru söylüyor, diye araya girdi köylülerden biri.

- Şansın varmış ki bir şey dememiş sana. Ucuz kurtulmuşsun elinden.

-Çok şey dedi bana amca, diye konuştum.

- Çok şey…Sizin bir türlü anlamak istemediğiniz şeyleri.

- Neymiş bakalım onlar?

diye atıldı başka bir köylü.

-Pek merak ettim doğrusu.

- Öyleyse kulağınızı açın da dinleyin beni,

diye devam ettim yüksek bir ses tonuyla.

- Bu adam fenerde işe başlamadan orası sarhoş yatağı mıydı, değil miydi?

- Evet öyleydi, diye cevap verdim amcam.

- Gece gün içerlerdi orada.

- Fenerci ölümü bile göze alarak uzaklaştırdı onları. Sarhoşlar da adını katile çıkardılar. Siz de buna inandınız. Bu bir…

Köyün çocukları fenere gidip böğürtlen toplamak için kayalıklara asılıyorlardı. Sizin katil dediğiniz adam onları tehlikeden korumak için fenere yaklaştırmadı. Etti iki… Gözlerinizle görmediğiniz halde çocuğun ölümünü üzerine yıktınız bu üç…

Bu da yetmedi. Devletin fenerini bile kurşunlayanlar oldu. Etti dört…

İşte fenere giderek bunları öğrendim ben. Şimdi siz de öğrendiniz. Biraz sesimi yükselttiysem özür dilerim ama doğruları birinin anlatması gerekiyordu.

Kahvecinin önüme koyduğu çayı bir dikişte içerek ayağa kalktım. Bütün kahvenin şaşkın bakışları altında kapıdan çıkıp eve doğru yürüdüm.


…………………………… …………………………


Aslında bu yaz Ege taraflarına gitmek istiyordum ama amcamın ameliyat olduğunu duyunca rotayı değiştirip geçen yıl ki gibi memlekete yöneldim. Şehirdeki hastanede onu ziyaret ettikten sonra köye döndüm. Amcam da evde olmadığından canım sıkılınca kahveye gitmeye karar verdim.

Kapıdan girer girmez büyük bir sürpriz karşıladı beni. Ortadaki büyük masada birkaç kişi oturup sohbet ediyorlardı. İçlerinden biri kimdi dersiniz? Fenerci Ali Amca… Çok eski bir dosta kavuşmuş gibi kucaklaşırken içimdeki hüzün birden erimişti. Tıpkı o hiç erimez zannedilen demirden buz dağı gibi…


 

 
Toplam blog
: 343
: 446
Kayıt tarihi
: 19.02.11
 
 

Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. Teknoloji Yönetimi dalında mast..