- Kategori
- Deneme
Kuruyan Umutlar

Hüzünlü Bir Hes Hikayesi
''Hadi çocuklar, uyanın artık. Trafik yoğunluğu artmadan kahvaltımızı edip çıkalım yola.'' diye seslendi babam. Aslında ben yarım saattir uyanıktım ama yatağımla aramda kurduğum kuvvetli bağ yüzünden bir türlü ayrılamamıştım üzerinden. Kendimi gere gere bir sağa bir sola dönüp durdum babamın sesini duyana kadar. Kardeşim Sevilay ise top patlatsan uyanmaz cinstendi. Doğal olarak babamın seslenmesine de uyanmamıştı.
''Tamam baba, geliyoruz.'' diye cevap verdim. Babamın salona inerken çıkardığı sesleri dinleyerek doğruldum yatağımda. Henüz halâ buğulu gören gözlerimi ovuşturdum. Ayaklarımı yere sarkıtıp, terliklerimi giyindim. Yataktan kalkıp odanın penceresini açtım. Hava o kadar güzeldi ki içime neşe doldu. Bir de pencere kenarında gerindikten sonra kardeşimin yatağına doğru döndüm. Omuzundan dürterek, ''Sevilay, haydi kalk canım. Bu gün yaz tatilinin ilk günü. Yola çıkacağız.'' dedim.
Gülen gözleri ile güne merhaba dedi Sevilay.
'' Günaydın ağabey.''
'' Günaydın canım. Hava çok güzel. Haydi kalk. Babamları bekletmeyelim kahvaltı masasında. Yolumuz uzun.''
'' Tamam ağabey. Sen elini yüzünü yıkayana kadar ben kalkmış olurum.''
İkimiz de elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra kardeşimin elini tuttum ve merdivenleri yavaşça inerek salona gittik.
''Günaydın baba.''
''Günaydın çocuklar. Hadi mutfağa geçelim. Anneniz bize harika bir kahvaltı hazırladı.''
Mutfağa girdiğimizde kahvaltı sofrası hazırdı. Annem ocağın başında yumurtaların haşlanmasını bekliyordu.
''Günaydın anne.''
''Günaydın canlarım.''
Hep birlikte sofraya oturduk. Yaz tatili başladığı için kardeşimle ben çok mutluyduk. Okul ve sınav derdi bitmiş, deniz, güneş ve oyun neşesi başlamıştı.
Annem ev hanımı, babam ise özel bir şirkette muhasebe müdürüdür. Yorucu ve tempolu geçen kocaman kışların ardından, yaz tatillerinde tüm aile arabaya atlar, mavi ile yeşilin buluştuğu bir sahil beldesine gider ve tatilimizi geçiririz.
''Ee baba, bu sene nereye götürüyorsun bizi?'' Kardeşim hemen söze girdi;
''Su kaydırağı istiyorum ben. Ağabey, su kaydırağı olan bir yere gidelim ne olur. Geçen sene 'sen küçüksün' diyerek bindirmedin beni. Ama bu sene büyüdüm. Bende kayabilirim.''
Ben cevap vermeye hazırlanır iken, sözü babam aldı;
''Bu sene sizi Karadeniz' e götüreceğim çocuklar. Askerliğim sırasında izin günlerimde gidip huzur bulduğum, yemyeşil doğası, bol oksijeni ile yenilendiğim, derelerinde yüzüp serinlediğim ve yurtsever, dürüst, sevgi dolu insanları ile sohbetler ettiğim bir yayla köyü var. Sizinle oraya gideceğiz. Emin olun bir tatil beldesinden daha çok seveceksiniz orayı. Üstelik küçük keçiler ve koyunlar da var biliyor musun Sevilay. Onları sevip besleyebileceksin. Biz de seninle dereye gidip balık tutabileceğiz oğlum. Annen ise bu dört duvarın boğucu havasından kurtulup rahat ve huzurlu bir nefes alabilecek. Tam yirmi yıl oldu. Şimdi daha da güzelleşmiştir oralar.''
''Yaşasın, keçiler.'' diye oturduğu sandalyeden ayağa fırladı Sevilay. Annem yere düşmek için yuvarlanan yumurtasını son anda tuttu. ‘’Dikkatli ol kızım, masayı dağıttın.’’ Demesi bizi kahkahalara boğdu. Hepimiz bize sunulan tatil teklifinden memnun bir şekilde bitirdik kahvaltımızı.
Yola çıktığımızda her birimizin yüzü gülüyordu. Sevilay, çocuksu hayalleri ile keçileri, kuzuları nasıl seveceğini anlatıp durdu. Bir keçi yavrusunu kucağına alıp uyutmak istediğini, onunla kırlarda koşup oyunlar oynamak istediğini söyledi. Babamla ben, dere kenarında tuttuğumuz balıkları akşam olunca ne şekilde pişireceğimizi tartışıp duruyorduk. Babam balığı fırında sever, ben ise ızgarada. Annem, bizim bu tartışmamız sırasında neşe ile bizi izledi. ''Siz ne yaparsanız yapın. Ben çimlere uzanıp bol bol kitap okuyacağım.''
Yol boyunca karşılaştığımız yerli halktan, yaylada kiralayacağımız ev için bol bol organik sebze ve meyve aldık. Babam, yayla merkeze uzak olduğu için sürekli aşağı inip bir şeyler almanın zor olacağını söyledi. Bunun için tedarikli olmamız gerekti.
Hayallerle dolu, mutlu bir yolculuğun sonunda şehir merkezine geldik. Karnımız çok acıkmıştı. Arabamızı park edip yürümeye başladık.
''Askerde iken çok sevdiğim bir restoran vardı. Yanlış hatırlamıyor isem iki sokak sonra soldaki köşe başında olacak. Eğer hala çalışıyor ise parmaklarınızı yiyeceksiniz çocuklar.'' dedi babam.
Kısa bir yürüyüşten sonra restoranın bulunduğu sokağa vardık. Köşeyi döner dönmez babamın gözleri parladı. Aradığı oyuncağı bulmuş bir çocuk gibi sevindi. ''İşte burada.'' dedi. Bir yandan da halâ aynı isim ile işletiliyor olmasına şaştı. Demek ki yıllar sonra bile halâ popülerliğini koruyordu.
Restorana girdik, masalardan birine oturduk ve menüleri incelemeye koyulduk. Sipariş almak için masamıza gelen garsonu bekleterek, ''Bana bırakın çocuklar. Pişman olmayacaksınız.'' dedi babam. Her birimize birer porsiyon muhlama, salata yerine ortaya bir büyük porsiyon tavali ve üzerine de tatlı olarak birer adet pepeçura söyledi. Yemeğin ve tatlıların lezzetine hayran kaldık. Adeta parmaklarımızı yedik. Annem, babamın damak zevkine ve seneler sonra bile yediği bir şeyi halâ unutmamasına şaşırdı. Keyifli bir şekilde restorandan ayrıldık, arabamıza bindik ve bizi yaylaya götürecek dağ yoluna saptık.
Yaylaya doğru çıkarken, yolun pek de öyle babamın anlattığı gibi yeşiller içerisinde, derelerin aktığı bir yol olmadığını fark ettik. Evet, biraz ağaçlık ve yeşillik vardı, dere yolu da görünüyordu ancak akan su cılız denecek kadar az ve isteksizdi. Babamın da aklı karışmış olacak ki, ''Yanlış yerden mi saptık acaba?'' dedi. Annem ise,'' Yanlış olamaz, çünkü saptığımız yolda, gideceğimiz yaylanın tabelası vardı.'' diye cevap verdi.
Yaylaya doğru yaklaştıkça içimizdeki umut, akıllarımızdaki hayaller ve yüreğimizdeki heyecan yerini şaşkınlık ve karamsarlığa bırakmıştı. Git gide seyrekleşen ağaçlar, akmak ile akmamak arasında tereddüt yaşayan dere suları, sararmış ve samana dönmüş çimler…
''Bu benim askerde iken geldiğim yayla olamaz. Bu işte bir yanlışlık var.'' dedi babam.
''Baba, keçiler yok mu? Onları sevemeyecek miyiz?'' diye sordu Sevilay.
Yaylanın zirvesine çıktığımızda, dere yatağının hemen üzerine kocaman bir tesis kurulduğunu gördük. Daha önceleri yayladaki halkın su ihtiyaçlarını karşılayan, hayvanlara ve doğal bitki örtüsüne yaşam kaynağı olan akarsu, dev borular ile hapsedilmiş, dere yatağındaki tesise doğru akmakta idi. Civardaki yayla evlerinden eser kalmamış, kalan bir kaç konutta ise tesis çalışanları ve tüm geçmişini bu yaylada barındıran yaşlılar yaşamaktaydı.
''Güzelim yaylada hidroelektrik santral kurmuşlar. Öldürmüşler doğayı.'' dedi babam.
''Hidroelektrik santral nedir baba?'' diye sordum.
''Su gücünden faydalanarak elektrik üreten tesisler oğlum.''
‘’Elektrik üretiyor ise bunun ne zararı var?’’
‘’Elektrik üretmesinin bir zararı yok oğlum. Ancak inşa edildiği yer çok önemli. Eğer Yapıldığı yer doğal hayatı ve yaşamı tehdit ediyor ise, faydasından çok zararı olur. Gördüğün gibi burası hayallerimizin bile dışında bir yere dönüşmüş.’’
Tek tük kalmış konutlardan birine doğru yürüdük. Konutun önünde oturan yaşlı amca sinirle ayağa kalkıp, ''Siz de mi canımızdan can almaya geldiniz?'' diye sordu. Babam ise, ''Hayır amca, olur mu öyle şey. Biz Tanrı misafiri olmaya geldik. Askerliğimin geçtiği bu güzel yer de ailem ile güzel bir tatil geçirmek için gelmiştik. Ancak gördüğümüz manzara karşısında dilimiz tutuldu, çok üzüldük. Ne oldu burada amca, nasıl bu hale koydular güzelim yaylayı?’’ diye sordu.
''Gelin, oturun şöyle yeğenim. Madem Tanrı misafirisiniz, madem buraların eski halini biliyorsunuz, size neler olduğunu anlatayım.'' dedi adının Yusuf olduğunu öğrendiğimiz amca.
Cebinden bir tabla çıkardı. Onun içinden ince, beyaz bir kâğıt aldı. Diğer cebinden çıkardığı poşetin içinden bir miktar tütün alarak elindeki beyaz kâğıdın içine doldurdu. Nasır tutmuş ve sigara içmekten sararmış parmakları ile yuvarladı. Dili ile yalayıp beyaz kâğıdı yapıştırdıktan sonra, hazırladığı sigarasını kibrit ile yaktı. Derin bir nefes çektikten sonra yılların yorgun düşürdüğü gök mavisi gözlerini uzaklara dikerek anlatmaya başladı;
''Ben şehir merkezinde doğdum. Yedi göbek buralıyız biz. Okumayı da burada öğrendik, yaşamayı da, çalışmayı da. Kışın şehir merkezinde çeşitli işlerde çalışır, baharda çay toplar, yazın ise buraya çıkar bir güzel dinlenirdik. Bundan tam sekiz sene evvel yaz başında yine yaylamıza çıktık. Buraya geldiğimizde tam kırk hane olurduk. Evlerimizi açtık, temizledik ve yerleştik. Yeşilimizin içinde, akan derelerimizin bizlere sunduğu nimetler ile yazı geçirmeye başladık. Koyun güttük, keçi sağdık, inek besledik. Derelerimizde yüzüp çimlerimize uzandık. Çoluk, çocuk, genç, yaşlı hep buradaydık.
Derken bir gün büyük siyah arabaların içerisinde birileri geldi. Onlarla birlikte resmi kıyafetli adamlar. Daha biz ne olduğunu anlamadan resmi kıyafetli adamlar yaylamızın büyük bir kısmını dere yatağından bu gördüğünüz tesisin bulunduğu yere kadar işaretleyip mavi ipler ile çevirdiler. Merak ettik. Yanlarına gidip sorduk. ‘’Nedir bu? Neden çevirdiniz koskoca alanı?’’ diye sorduk. ‘’Devletimiz burayı özel bir şirkete elli yıllığına kiraladı, buraya hidroelektrik santral yapılacak, size de iş olanağı sağlayacak.’’ dediler.
O dönem ülkenin gündemlerinde biri de hidroelektrik santraller olduğu için televizyondan biliyorduk zararlarını. Karşı çıktık. ‘’Yapmayın, burada olmaz. Bu derenin suyunu keserseniz biz burada yaşayamayız. Şu gördüğünüz ağaçlar susuz kalır. Ormanda yaşayan hayvanlar ölür. Bu bölge hidroelektrik santral için uygun değil. Yaşamın olmadığı bir yer seçmelisiniz.’’ dedik. Dinletemedik.
Yayla halkı olarak hemen okumuş, bilgili insanların önderliğinde bir mücadele grubu kurduk. Başkente dilekçeler yazdık. Derenin kenarında oturma eylemleri yaptık. Gazetecileri çağırıp haber yapmalarını istedik. Mahkemelerde toplu imzalar ile davalar açtık. Sivil toplum kuruluşları ile ortak çalışmalar yaptık. El ilanları, bildiriler dağıttık. Ancak hiç birinden bir sonuç elde edemedik.
Sonbahar’ da yeniden geldiler. Üstelik bu sefer jandarma ve iş makineleri ile. Önce ağaçlarımızı kestiler. Kuşlarımız, sincaplarımız, geyiklerimiz kaçıştı. Biz ağaçlarımıza dokunmasınlar diye çırpındıkça jandarmalar bizi darp etti, geri püskürttü. Kendilerine yeterli alan açıldıktan sonra inşaata başladılar. Aylarca kazdılar, aylarca beton döktüler. Mücadelemiz devam etti, ancak yıpranmaktan başka bir şey elimize geçmedi. Bizlere iş olanağı sunacakları da yalanmış. Hep yüksek mühendisler ve dışarıdan getirdikleri işçileri çalıştırdılar. Jandarmanın korkusundan direnecek gücümüz kalmadıkça komşular birer birer evlerini toplayıp şehre dönmeye başladılar.
Sonra derelerimize büyük borular getirip suyumuzu aldılar, hapsettiler. Deremizin aşağı kısımları tamamen kurudu. Tepeye yakın kısımlarda ise bir bileğin kalınlığı kadar akar oldu. Kalan su ne bizlere, ne de hayvanlara yeter oldu. İnsanlar keçilerini, koyunlarını alıp gittiler. Hayvanlar susuzluktan telef oldu. Kalan ağaçların çoğu kurudu, toprak oldu. Eninde sonunda, şimdi gördüğünüz hale geldi.
Biz şimdi burada üç beş haneyiz. Buradayız, çünkü geçmişimiz de burada. Hatıralarımız, sevgilerimiz, yurdumuz burada. Bırakamadık. Yazın bir ay da olsa buraya çıkar, eski günlerimizi yâd ederiz. Su ve yiyecek sıkıntısı olduğu için bir aydan fazla kalamadan şehre geri döneriz. İşte yeğenim, lafın özü; senin gibi biz de şaşırdık, üzüldük ama direnemedik.’’
Gözleri uzaklarda tamamladı konuşmasını. Anlatırken adeta o acı dolu zamanları yeniden yaşıyordu. Vücudu titredi, yorgun düştü.
Küçük kardeşim Sevilay’ın ağladığını gördüm. O yaşta bile yapılanların anlamını kavramış ve çok üzülmüştü. Kardeşim anlamışken, bizi yönetenlerin anlamamasına anlam veremedik.
‘’İnsanlar para uğruna, çıkar uğruna nasıl bu kadar acımasız olabilirler, üzerinde yaşadıkları, nimetlerinden faydalandıkları doğayı sadece para hırsı için nasıl katledebilirler? Ya yöneticiler, yöneticiler buna nasıl göz yumarlar? Başka yer mi yok? Neden burası? Çok üzüldüm Yusuf amca. Bu doğa, onlardan intikamını alacaktır.’’ dedi babam.
Yusuf amcaya bizden istediği bir şey olup olmadığını sorduk. ‘’Sağlığınız dostlar.’’ diye cevap verdi. Çaresiz yayladan geri indik. İçimizde tatil ile ilgili hiçbir istek ve heyecan kalmamıştı. Daha o gün bir insanın umutlarının, hayallerinin nasıl da hiç tanımadığı kişiler tarafından çalına bildiğini öğrendim. Kuru ve susuz ağaçların arasından, sert ve soğuk beton duvarlara geri döndük.