- Kategori
- Öykü
Kuş sıkıntısı

Sıcak, rahat bir oda. Dışarda soğuk var, kış var. Limana yanaşmış motorlardan karşıdan, Kapıdağ’dan gelmiş,belki de bir gece yarısı dağlardan katır sırtlarında gizlice indirilmiş, ıssız bir tahta iskeleden yüklenivermiş nazlı, ince ağaçlar şimdi taşıyıcıların sırtlarında indiriliyorlar. Motorlar yanaşmışlar, yağmur altında yüklerini boşaltıyorlar ince kara uzantısına. Ve yağmur altında ekmek kazanan eller.
Odamdayım, rahatım.. Zevkli koltuklar,kanepeler her şey yerli yerinde. Guguklu saati var evin, duvarlarında tablolar.. Daha ne isterim. Ama..
“Kahve acı olmuş!” Kısa süren mutsuzluklar. “Yemeği çok kaçırdık, ağırlık var midemde.” Yakınmalar; midelerden kasaplardan, yağlardan ve kahvelerden.
“Kahveler de bozuldu. Nohut mu ne karıştırıyorlar. Nüfusun hızla artışı da ayrıca bir dert. Bu kadar insana nerde ekmek, nerde et!”
Kara vagonların içine sıkıştırılmış mandalar, nefes almaları için aralık bırakılmış kapıdan burunlarını dışarıya çıkarıyorlar. Tren Kızılırmak üzerinden geçiyor. Köprünün kıyısında beyaz, uzun bir levha:”Kızılırmak”. Mandalarda bir merak, bir sevinç!
Tavşan Tepe’de askeri bir arazi üzerinde yakalanan, burma bıyıklı, sırtında kolsuz kalın kebesi, çobana soruyoruz: “Nereye böyle?”
“Adapazarı üzerinden geliyorum,” diyor. On gündür yoldayım. Ne güzel, her mevsim yeşillik buralar. Bir iki geçmişliğim var. Bu yol üzre Üsküdara varacağız..”
Çevrede mevsimin ilk kuzuları; beyaz ama temiz değil;güzel ama yorgun...
“..Yarın yavaş yavaş ulaşırız. Patron bekler orada. Sonra motorlarla karşıya geçeriz.”
Karşımda babanne oturmuş, musafını çekmiş gözlerinin üstüne dudaklarında tıpır tıpır bir hareket. “Babanne vazoyu kırmışsın,”diyorlar. Hiç sesini çıkarmıyor. Vazoyu kırmış. Bilerek mi kırmış; isteyerek mi olmuş; yaş seksen sekiz.. Yüzde derin çizgiler. Uzun,mavi damarlı eller.
“Geceleyin kalkmıştım. Namaz kılacaktım. Altı günlerin orucuna başlayacaktım. Elim mi değmiş ne, bilmiyorum... Kırılmış..”
Köşede öylece oturuyor. Şöyle bir iş için davrandığında “Otur,otur,”diyorlar,”Sen ihtiyarsın,biz yaparız..”
“Evet, ben ihtiyarım. Midemde de bir ağırlık var. Evet, vazoyu ben kırdım, kül tablasını da ben… Ama harman zamanı öderim. Bakmam sözlerine, öderim.. Hele Hıdırillez bir gelsin, bir görünsün, bereketli olacak her şey.” Dudaklarda tıpır tıpır bir hareket.
Yine umut. Doksan yaşında,yüz yaşında hala umut..
Babanne arada sırada gözlerini kaçamak kaldırıyor, kaçamak bakışıyoruz. Uzayıp gidiyor bakışları karşıki duvarda asılı olan kafese.
“Hastalanmış kuş!”diyor.
Bakıyorum, dört bir yanı çelik kurallarla çevrilmiş kafesin içinde, kuş umarsız, ince bir değneğin üzerinde, ayakta öylece, belki de acısız ama sıkıntılı son kurtuluşunu bekliyor.
Çocuk,”Abi bir bu kaldı,”diyor. Ötekileri de güzeldi ama babam hepsini verdi. Bu çok güzel öterdi; üç dört türlü ses çıkarırdı. En güzel ötüşünü gagasını uzatarak yapardı.. Ama şimdi ötmüyor,üç gündür sustu..”
Babanne de susuyor. “Acaba kalkıp tuvalete gitsem mi?” diye düşünüyor içinden, sonra vazgeçip oturuyor. Gitse, nereye kadar; nereye, ne yapmaya? Üstelik dışarda kış. Artık bilmiyor, hiç bir şey bilmiyor. Şu sureyi de okuyup bitirse. “Harman zamanı öderim paralarını; öderim..” diyor.
Karşıtlıklar içindeyim. Zorunlu muyum içerde oturmaya.Gitsem kahveye. Kahveye gitmek alışkanlığım da yok ki. Ne yaparım orada; kağıt oynamasını bilmem, sigara içmem.
Oturuyorum. En iyisi anılarla avunmak. Sıcak günlerin anılarıyla. Yada gelecek için bir şeyler kurgulamak. Hep bunlar zaman istiyor. Yeni bir şey yapmak düş kurmayı gerektiriyor. Düşe dalarsan birden soruyorlar.
“Kahve ister misin… Orada rahat değilsen buraya otursan..”
“Burada rahatım,”diyorsun. Burada rahatsın. Her istediğin elinin altında. Sonra isyanının kime olduğunu bilmeden diş biliyorsun.
Kurulu bir düzen üzere mandalar yürüyor. Ağır ağır, lap lap. Birden kırma tüfeğiyle sazlıkların arasından ateş ediveriyor avcı çocuk. Gölün durgun yüzünden yüzlerce yaban ördeği kalkıp Perama’ya doğru yayılıveriyor. Bakmıyor bile mandalar. Ağır ağır zeytinliklerin arasından, ormanın içlerine doğru dalıyorlar.
Gözlerimi kitaptan kaldırsam mı? Gözetlendiğini bilmek, doğal olamamak ne zor. Ayaklarımı şöyle uzatabilir miyim? Her şey yapabilir miyim yapamaz mıyım arasında. Konukluk zor iş.
“Güler,” diyorum “ Bana bir su verir misin?” Çoğu kez isteklerimiz gerçek amaçlarımızı yansıtmıyor. Bir hareket istiyoruz belli ki çevremizde. Ya bizden bir şey istesinler, yada biz onlardan.
Sonra çapraşık bir sürü duygular. Yutturmacalar, kibarlık gösterileri... Kitabı yüzümden çekmem gerek, ötekilere uymam, bir takım sözler etmem gerek.
“Nasıl sinemaya gidebilir musunuz?” diye soruyorum. Bu soruyu neden sordu diye bakıyorlar. Sorunun altındaki, sorunun soruluş biçimindeki, tonundaki sırları bulmaya çalışıyorlar kısa süren bir sessizlikte. Vazgeçiyorum yanıtından. Zaten böyle, istediğim gibi olacaktı. Ne kadar da her şey hesaplı, düzenli.
Sanırım yıllar süren alışkanlığına karşın en çok acele eden babanne. Anlamaya çalışıyor yanıtı. Doğru mu acaba? Kendisinin değer yargılarına vuruyor. Sinema. Bir zamanlar güzeldi,gençliğinde. Yitirmişlerdi de bir yaz günü onu, İstanbul’da aramadıkları yer kalmamıştı. O gün yoktu evde; gitmiş gönlünce gezmişti tek başına İstanbul’un sokaklarında. O bir tek gün kaldı gülümseyerek andığı. Tek başına sinemaya gittiği o gün. Döndüğünde, kayınpederi, kayınvaldesi (rahmetliler) söylenip durmuşlardı. Kocası ise bir kocaman susmuştu. İşte hayatında yaşanmış bir tek gündü o. Hayırla anıyordu o günü şimdi.
Nasıl yapsam da düzene uysam. Hiç bir olasılık yok mu; her şey olduğu gibi mi olmalı? Beklemekle,tükenmenin ortasında bir ünlem işareti olarak,kendi kendisini yadsıyarak babaneye dönüşmeyecek miydik sonunda? Sevgi yok muydu artık,zaman yok muydu? Düşünmek hep sorular getiriyor.
Ağrıyan bacağımı şöyle yavaşça uzatıveriyorum ileri. Koltuktan şöylece kayıyorum. Daha rahatım. Bakıyorum ayaklarım uzayıp gitmiş; bir acaip.. Bakıyorlar mı diye şöyle çevreye göz atıyorum. Çekip, toparlıyorum kendimi. Ayağa fırlıyorum. Gideceğim.
Gözlerim karşıdaki kafese yapışıyor. Kuş,orada kafeste, kafesin dibinde, sarı kuş, güzel kuş dayanamamış uzanıvermiş.
“Ölmüş!” diyorum. “Sarı kuş ölmüş.”
Kalkıyorlar ayağa. Çocuk haykırıyor.” Belki de ölmemiştir,” diyorlar. Ufacık gövdeyi çekip alıyorlar yattığı yerden.
Kuş dayanamamış, kuş ölmüş.