Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

24 Kasım '08

 
Kategori
Eğitim
 

Kütahya

Yahya Kemal, “Unutmak istediklerimi unutamıyorum, unutmak istemediklerimi unutuyorum, ” sözünü sanki benim için söylemiş. Bu yetmiyormuş gibi, bir de yazmak istediğim zaman yazamıyorum. Oysa, önemli işlerim olduğu anlarda, yazmaya vakit ayıramayacağım zamanlar, yoğun bir yazma isteği duyduğum oluyor. Buna ‘istek’ denemez. Dense dense ‘ihtiyaç’ denir. Çünkü yarına kadar yapılması gerekli önemli işlerim var. Yazmaya zaman ayırırsam, öteki işlerim aksayacak. Yazmasam, bu kez de önemli dediğim işleri, istediğim gibi yapamayacağım.

Bu arada küçük bir anımı anlatmak isterim. Fakülte son sınıfta, kendimce de önemli gördüğüm derslerin birinden, yarın yarıyıl sonu sınavı olacaktık. Okunacak epeyce ders notu ile kitap vardı. Ne yaptıysam, kendimi bir türlü derse veremedim. Bir sayfayı okuduktan sonra, aklımda hiçbir şeyin kalmadığnı anlayınca, “Ben buraları herhalde okumadım, ” diyerek tekrar başa dönüyordum. Bu işi birkaç kez tekrarlıyıp, diğer sayfaları okurken de, aklımda hiçbir şeyin kalmadığını görünce, kendime işkence yapmaktan vazgeçtim ve not defterimi alarak, günlerdir kafamı meşgul eden konuyu yazmaya başladım. Seri halde yazıyordum ve neredeyse hiç silgi kullanmıyordum.

Yatma zamanına kadar, yani 24.00’e doğru yazı bitti. Artık bir tüy kadar hafiftim ve rahatça ders çalışabilirdim. Ama sınav sabahtı. Dolaysıyla yatmak zorundaydım. Bu dersten kalırsam kalayım, diyerek, kaygısızca yattım ve sabah, her zamanki saatte kalkarak, üstelik hiç ders çalışamadan, daha doğrusu hiç ders çalışamadan okula gittim ve sınva girdim. Sınav bereket ki iyi geçti.

30 Ocak 2007 Salı günü Kütahya’da olabilmek için 29 Ocak günü otobüse biniyorum. Yine bilinmeze doğru yolculuk başlıyor. Bir yere ilk kez gitmeye, “bilinmeze gitmek” derim ben. Nedense, bilinmeze yolculuk başladığında, beraberinde bir de sıkıntı başlar. Çünkü kafada, hiçbir sorunun karşılığı tam olarak yoktur. Hatta hiç yoktur. Bu kez böyle olmuyor. Yanımda oturan genç, bizim üniversitede yüksek lisans öğrencisi ve Kütahya’lı. Üstelik Tavşanlı’dan. Bu demektir ki, Dumlupınar Üniversitesi’ne kadar yanımda bir yol arkadaşım var. Dolaysıyla tedirgin olmaya ne gerek.

Kütahya ile ilgili ilk, anılarım, daha doğrusu ilk anım, 1960’lı yılların ilk yarısına ait. Köyün bulgur değirmenin yanında bir yaz günü çocuklarla oyun oynarken, halamın oğlu Niyazi Ağabeyin, bir tane bizim, bir tane de amcamın evinin ikinci kat penceresinin önüne mavi çiçekli vazo koyduğunu, bir de, büyük amcamın evine doğru elinde bir vazo ile gittiğini anımsıyorum. Niyazi Ağabey, Kütahya’da ‘yedek subay öğretmen’ olarak askerlik yapıyormuş. Bu vazoları oradan bizlere hediye olarak getirmiş. Tabi ki vazolar bir süre sonra kırldı. Fakat biz, kırık parçaları yapıştırarak, uzun bir süre daha mavi çiçekli vazoyu yaşattık.

Küttahya’nın garajına girdiğimizde, ortalık daha yeni aydınlanıyordu. Henüz sokak lambaları sönmemişti. Otobüs garajın kapısına geldiğinde, gözüme ilk çarpan kapının çevresindeki sarı mermerler oluyor. Demek ki, burası da mermer memleketiymiş, diyorum.Tıpkı Afyon gibi. Afyon’da gördüğüm mermer işler de dikkatimi çekmişti ama hiçbiri, mermerden yapılan ayakkabı rafı kadar dikkatimi çekmemişti. Demek ki mermer, tahta/sunta görevi yapıp, raf da olabiliyormuş, demiştim kendi kendime. Mermerden daha başka neler yapılıp, neler olabileceğini nerden bilebilirim ben?

Eşyalarımızı otobüsten alıp, yazıhanelerin önüne koyuyoruz ve çevreyle tanışıklık kurmaya başlıyorum. Bu arada, Tavşanlı dolmuşlarının ne zaman kalkacağını soruyoruz. Henüz başlamadı, ilk araba yarım saat sonra buradan kalkacak, diyorlar. Diyorlar ama ortalıkta dolmuş falan yok. İlk araba sözünü duyar duymaz, yine müfettişlik günlerim aklıma geliyor. Çünkü, ilk araba ile gitmenin önemini en iyi bilenlerden biri müfettişlerdir. Başka bir deyimle, ilk araba ile gitmek, daha herkes uykuda iken yola düşmek, yine herkes evine dönmüşken, arabada olmak, demektir. Bugün de öyleyiz. Herkes uykuda henüz. Evlerin lambaları arka arkaya yanıyor, perdeler arka arkaya açılıyor. Arabadan yeni inip, yine arabaya binmek için bekleyen adamlar ne yaparsa, biz de öyle yapıyoruz ve garajın önünde tur atmaya başlıyoruz. Garajın içindeki oturaklara özellikle oturmuyoruz. Oturmuyoruz, çünkü ta akşamdan sabaha kadar oturmaktan başka bir iş yapmadık ki.

Turu tamamlayıp geriye döndüğümüzde, köşede bir gazete rafı görüyorum. Henüz yeni gazeteler gelmemiş. Dolaysıyla raflar bir raf dışında bomboş. İşte üst rafta rengi epeyce sararmış, üst kısmında “Haftalık ÜCRETSİZ!” yazan bir gazete çekiyor dikkatimi ve yaklaşıp, gazeteyi incelemeye başlıyorum. Bu durum satıcının gözünden kaçmamış olmalı ki, “Alabilirsiniz” diyor. Eh satıcıyı kıracak değilim ya. İki adet gazete alıyorum ve turumuza devam ediyoruz.

Turun sonuna geldiğimizde, bizi götürecek dolmuşun perona girdiğini ve müşterilerin eşyalarının bağaja yerleştirilmeye başladığını görüyoruz. Bunun üzerine biz de biletlerimizi alıp, çantamızla birlikte koltuğumuza oturuyoruz. Otururken, elimdeki gazetelere hemen bir göz atıyorum. Gazeteler kalın bir kağıda basılmış. Tek yaprak, yani iki sayfa. Bu kağıtlar, bildiğimiz gazete kağıtlarından değil. Sol ve sağ kenarındaki sütunlar, üstten alta kadar reklamlarla doldurulmuş. Birinci sayfada, Haftalık ÜCRETSİZ yazısından sonra, “Sayı 2: 17 08 Ocak 2007 yazıyor. Altında Coffee News “Kahve Keyfiniz”, onun altında da “DÜNYANIN EN POPÜLER RESTORAN YAYINI”, Herkesin Dilinde, Ünlü Sözler, Kütahya’dan Haberler, Bilginizi Ölçün, başlıklı yazılar yer alıyor. İkinci sayfada da sol ve sağ kenarlar reklamlarla doldurumulmuş. Orta kısımda, Haftalık Falınız, Duymuş muydunuz?, Bardağın Dolu Tarafı ve Cevaplar başlıklı magazin tipi yazılar yer alıyor. İkinci gazetede de aynı başlıklar yer alıyor. Farklı tarafı, sadece tarihi. Sayı 2:18 15 Ocak 2007, yazıyor.

Öğretmenliğimin ilk yıllarında, ücretsiz gazetelerin bir Avrupa ülkesinde bulunduğunu ve büyük okuyucu kitlelerine sahip olduğunu okumuştum. Doğrusu, nasıl parasız gazete olur, diye hayret etmiştim. Sonra, reklam ve mesaj gönderme içerikli olduğunu okuyunca, neden olmasın, demiştim. Kütahya’nın ücretsiz gazetesi işte böyle bir şey. Olsun, gazete ya.

Fakat Tarsus’un -yerel- gazeteleri öyle değil. Parasız okunuyor ama, parasız sahip olunamıyor. Yerel Gazeteler, ayaklı ve camlı ilan panolarına, aynı gazetenin bir ön, bir arka yüzü gelecek şekilde bantla tutturulmuş. Yanına yaklaşıp, bütün yazıları okuyabiliyorsunuz. Sanırım ilçede yayınlanan tüm gazetelerin bir örneği panoda vardı. Çünkü beş altı kadar, -belki bir iki tane daha fazla- panoda farklı ad taşıyan gazete görmüş, birkaç dakika kadar kaldırımın üzerinde gazete okumuştum. Panoda gazete sergileme olayı, ilçedeki durumdan baberdar olmak isteyenler ve bizim gibi gezenler için çok güzel bir uygulama idi.

Dolmuşun kalkış saati geliyor ve Tavşanlı’ya doğru yola çıkıyoruz. Şehri terk eder etmez, ak bir örtü ile karşılaşıyoruz. Yolun kenarlarında fazla bir ağaç da yok. Yokuş başlıyor. İyi ki yollar temizlenmiş. Aksi halde gitmek mümkün değil. Çünkü yağan kar, buza dönüşmüş. On, onbeş dakika sonra Dumlupınar Üniversitesi yazan kapının önünde, yol arkadaşımla vedalaşarak iniyorum. Daha iner inmez bir tipi ile karşılaşıyorum ve titremeye başlıyorum. İki üç dakika sonra bekçi evine giriyorum. Sağ olsunlar görevliler iyi karşılayıp, hemen araba çağırıyorlar. Kongre için bize bilgi verildi hocam, biz gereğini yapacağız, diyorlar. Birkaç dakika sonra bir araba geliyor ve şoföre, beni yeni açılan yurt binasına götürmesini söylüyorlar. Araba beklerken, tabi ki ilk konuştuğumuz konu, -Adana’dan gelen biri için- buranın soğuğu oluyor. Buralarda da havalar iyi gidiyordu, ilk yağan kar bu, hatta bu yıl kar geç kaldı, diyorlar. Yurt binasındaki görevliler de ilgileniyorlar. Yoldan geldiniz yorgunsunuz hocam, deyip hemen sabah kahvaltısı veriyorlar. Üstelik parasız. Kahvaltıda ne verdikleri önemli değil ama bu kahvaltı yaptığım en iyi kahvaltılardan biridir.

Zorlu bir yolculuk yapmış, üstelik sabaha kadar uyumamış bir kişinin yapacağı ilk davranışları yapıp hemen yatağa giriyorum. Öğleye doğru uyanıyorum. Yorgunluktan eser kalmamış. Artık şehri gezmeye gidebilirim, diyerek yurt binasından ayrılıyorum. Tipi durmuş fakat bu ne soğuk böyle. Açıkta kalan yerlerim, yani yüzüm ve kulaklarım sızlıyor. Her taraf ak bir örtü içinde. Tıpkı Ahmet Haşim’in Ay başlıklı öyküsünde olduğu gibi. Ağaçlar da ak giysili. Görüş alanımda bir tek karalık var. Üstünde de bulutlar. Hemen göze batıyor. Burası sıcak su havuzu imiş. Durağa ulaşana kadar ayaklarım da üşümeye başlıyor.

Dolmuşta, yabancı olduğumu ve şehir merkezinde ineceğimi söyleyince, şoför şehirde merkezi hakkında bilgiler veriyor ve burada ineceksiniz, diyererek beni indiriyor. Kaybolmayacak şekilde geziyorum şehri. Yani gittiğim yoldan geri dönüyorum ve işyeri levhalarını okuyorum. Bu ne soğuk böyle. Seksenli yıllarda burnumun/bıyıklarımın donduğu Ankara’da, yetmişli yıllarda Bolu’da gördüğüm soğuğun bir benzeri. Belki daha fazlası. Üstüm öylesine kalın ki, sırtım terliyor, kulaklarım ve yüzüm donuyor. Böyle bir çelişkinin benzerini, kaldırımın üzerinde gördüğüm, bir apartman çatısının suyunu yere taşıyan plastik boruyu görünce anlıyorum. Şöyle ki; suyu boşaltacak olan son boru, bir önceki borudan çıkmış. Fakat, duvara kelepçe ile tutturulduğundan, yerinde asılı duruyor. Bir üstteki borudan akan suyun birazı dışarıya, birazı borunun içine akıyor. Bu borunun ucunda, beş altı santim kalınlığında bir buz var. Buz, borunun tamamını kapatmıyor. Dört beş santim kadar bir açıklık var. Buradan su akıyor. Yani bir borunun ucunda, hem buz var, hem de oradan su akıyor. Akan suyun, normalde buzu eritmesi gerek ama, eritemiyor işte. Demek ki, suyun soğukluğu, buzun soğukluğu kadar. Bu durum dikkatimi çekiyor ve hem giderken, hem gelirken dikkatlice borudaki buza bakıyorum. Buz, yaşamını sürdürmeye devam ediyor, su da akmaya.

Şehri gezmeye devam ediyorum. Seramik satan dükkanların çok olması, reklamların etkisiyle olsa gerek, olağan geliyor. Kurtuluş Savaşı ile ilgili anıtları ve yazıları her ne kadar dikkatlice incelemek istiyorsam da, soğuk, bu isteğimi yerine getirmeme izin vermiyor.

Anıtları ve yazıları hızlıca inceleyip okuyarak, şehir merkezinideki gezimi bir an önce bitirip yurda dönmeye çalışıyorum. Bu arada Cumhuriyet tarihçisi hocam sayın Prof. Dr. Cahit Bilim’i, Kurtuluş Savaşı’nda psikolojik ve sosyolojik yönleriyle Dumlupınar Muharebesi’ni anlatışını ve bana hiçbir dersinde saatime baktırmayışını hatırlıyorum. “Ah Cahit Bey Hocam, Dumlupınar Savaşı’nı bize anlatmanın şimdi tam sırası, ” diyerek, saygıyla hocamı anıyorum ve hızlıca yola devam ediyorum. Dükkanlarda, manavlarda yeşil sebze ve meyvelerin az olması dikkatimi çeken diğer bir neden oluyor. Eh, Adana’dan gelen biri için bu kadar farklılık olsun artık, diyorum.

Kongre boyunca kar, fırtına hiç eksik olmuyor. Yurt, yemekhane ve salonlar arasında mükemmel bir ulaşım sağlanıyor. Oturumlarda katılım, ilgi fazla. Fakat dışarıdaki sorun, içeride de var. Kaloriferler sürekli yanmasına rağmen, salonlar istenildiği kadar ısınamıyor. İçeride de yer yer palto giymek ya da paltolarımızı dizlerimizin üzerine koymak zorunda kalıyoruz. Isınamama sorununu kaloriferciye bildirince, kaloriferci bize ısı sayacındaki 90 rakamını göstererek, “Bundan daha fazla yakarsam, kazan patlar hocam” diyor. Bu durum, soğuğun ne derece olduğunu göstermesi bakımından önemli olsa gerek.

Rektör, her akşam kongreye katılan üyelerle beraber oluyor ve veda yemeğine katılıyor. Kongreyi düzenleyenlere, diğer başarılı çalışmalarının yanında özellikle bu başarıları için teşekkür etmek istiyorum. Çünkü bu yemekte, atamayı kaybeden rektör adayı ile kazanan rektör adayını, yani rektörü yan yana oturtmayı başarmışlardı. Bir de böyle bir yemekte bir öğretim görevlisinin ne işi var, dememelerini. İşte bu davranışları için onlara ve özellikle, Prof. Dr. Zeynel Cebeci’ye özel bir teşekkür etmek istiyorum.

Fazla bir gezi yapamadık Kütahya’da. Şehirdeki müzeyi şöyle bir gördük. Eserlerin çoğu kar altındaydı. Hava şartları buna izin vermedi. Bunun için Kütahya Gezi Rehberi’nden alıntı yaparak yazıyı bitiriyorum.

“Aç karnına siperlerde sabahı beklemek.. Yalın ayak düşman kovalamak.. Cephanesiz. Hatta süngüsüz bir sancağın izini sürmek.. Ölmek.. Ölebilmek vatan için.. Ölürken hiç saçını asla okşayamayacağın torunlarına, bir daha hiç koklayamayacağın evlatlarına bir yurt bıraktığını bilmek.. Bilerek gülümseyebilmek..

Anlamak gerek bu onuru..Gururu.. İnancı..

Anlatmak gerek dünyada..

Mehmetçiği..

Kurşunun üstüne gözünü kırpmadan koşusunu..

Zalime merhametini.. Aman diyene uzattığı elini..

Gelecek nesiller duysun diye.. Unutulmasın diye..

İbret alsın diye..

Hazırsanız buyrun..

Dumlupınar Kurtuluş Savaşı müzesi bir devrin kapılarını sizler için aralıyor. Bilinmeyen hikayeler. Artık yavaş yavaş unutulmaya yüz tutan hatıralar burada hala dipdiri hala capcanlı.. Makineli tüfekler, süngüler, şarapnel parçaları.. Türk askerinin üstüne yağan Yunan kurşunlarının kapsülleri..

Ve Mehmetçiğin askeri donanımı.. Dipçiği kırık tüfekler.. Namlusu parçalanmış tabancalar.. Mermiler.. Mustafa Kemal’in arkadaşlarıyla üzerine harita serip savaşın gidişini izledikleri orijinal kağnı.. Fotoğraflar.. Hikayeler.. Destanlar.. Her biri bir öyküyü anlatan tam 71 parça savaş emaneti..

Dedik yaa..

Anlamak gerek..

Anlatmak gerek..

Gelip görmek gerek. Ay yıldız uğruna makineli tüfek mevzilerine kırık kılıçlarıyla saldıranları yaşayabilmek gerek..

İçiniz ürperirken, kalbinizin derinliklerinden gelen o sesi siz de duymak istiyorsanız Dumlupınar Kurtuluş Savaşı müzesi sizi bekliyor..”

“Ruhunuz Şad Olsun.”

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara