Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Nisan '10

 
Kategori
Öykü
 

Lâl...

Lâl...
 

Resim: Heykeltraş Fatoş


Duyarsızlıkların had safhaya çıktığı ortamların yapaylığında, kimden ne bekleyebilirsin? Herkes kendini tekrarlayıp duruyor işte. İçimin boşluklarını doldurma yahut yalnızlığımı örseleme telaşında değilim, hayır. Aksine, ne yaptığımı bilecek kadar aklım başımda. Bir heykeltıraş sabrıyla kendimi yontmaya devam ediyorum. Yontula yontula benden bir şey kalmayacağını düşünenlere inat, sonunda bir minik kırıntı kalsam dahi yontacağım kendimi.

* * *

O kadar söylüyorum "bu kadar zor değil hayat. Aklını bozmuşsun yaşamla, insanlarla! Toparlan biraz!" dinlemiyor bile beni, yıllardır besleyip büyütemediğim asi çocuk. Sürekli isyanlarda, küfürlerde, şikâyetlerde. İnsanların adaletsizliğinden, sadakâtsizliğinden, sahteciliğinden dem vurup duruyor. Bir de iyimser, gülümser baktığımda ben, beni "Polyanna"cılık ile suçluyor! Çok ayıp çocuk, çok ayıp! Büyüklerine saygısız, küçüklerine sevimsiz bu tavır!

Yine de azıcık kızabiliyorum ona. Çok kızarsam güceniyor. Zaten istesem de çok kızamam. O kadar alışmışız ki birimizin iyimser, diğerimizin kötümserliğine; yuvarlanıp gidiyoruz bu adını bir türlü koyamadığım gailenin içerisinde.

Kafasının içinde bin bir düşünce, her zamanki gibi ortalığı dağınık bırakarak çıkıyor. Bense öylece kalıyorum. Suçlu gibi. Suçlu muyum peki? Hayır, değilim. Elimden geleni yapıyorum. Yapmıyor muyum? Arkasından koşup yetişmek, sarılmak, belki ağlamak... Belki çocuklaşmak... Benim için bir çocukken, onun çocuğu olmak... İstiyor muyum? Sürekli serzenişlerde bulunduğu yaşamındaki en önemli rengiyim onun biliyorum. Benimleyken tanrısallığını taçlandırırken benim de onu kutsadığımı bilmek istiyor belki. Belki... Belki... Belki... Neden en başta bana, sonra da kendine karşı bu kadar öfkeli? Halbuki bana dert yandığında ona diyorum "Neden iyi tarafından bakmıyorsun? Güzel şeyler düşün. Sürekli kötü, karamsar, huzursuz düşüncelerle boğuştuğundan yaşamın güzelliklerini göremez hale geliyorsun. Negatifler, negatifleri çoğaltır. Öğretmediler mi sana?" Hıh! Dinleyen kim?

Elinden düşürmediği elmas kalemini iki parmağının arasında sıkıştırmış, aynı elinde bir kadeh, diğerinde bir şişe Fransız şarabı (genel tercihi) heyecanlı ve hevesli geri geliyor. Uzun zamandır solgun, (kendine nicedir bakmadığından) onu yaşından büyük gösteren uzamış sakallarının çevrelediği yüzünün bir nebze aydınlandığını, uykusuzluktan çökmüş gözlerinin içinde minik bir parıltının yansıdığını, dudaklarına belli belirsiz bir tebessümün yerleştiğini görüyorum. Hoşuma gidiyor. Yine de ifadesiz susuyorum. O ise bana aldırmazmış gibi davranarak aheste aheste kadehine şarabını dolduruyor. Bir yudumu dilinde döndürdüğünü görüyorum. Sonra "enfes" diye fısıldıyor. Küs kalmayı sevmiyorum tamam ama bazen gerçekten söyledikleri beni haddinden fazla incitiyor. Birazcık kapris yapmak benim de hakkım. Nasıl incinmem, sürekli çizikler atıyor üzerime!

Elmas kalemi parmaklarının arasında gezdirerek ayaklarımın dibine geliyor. Başını kaldırıyor, dudaklarında aynı müstehzi gülücük. En sevdiğim şey, ona böyle tepeden bakmak. Gözlerimi süzerek onunkinin aksine mağrur gülümsemek, içini gıcıklamak. Sol bileğimin iç tarafındaki iz, onun murçla tıraş etmeye çalışması sonucu bir türlü düzelmedi. Önce bileğimi tutuyor, hırsla çekmek istiyorum. "Bırak, bırak. Bu işi becerebilseydin, Michelangelo'nun eserlerine öykünmezdin! Nevi şahsıma münhasır bir figürüm ben! Bir türlü kabullenmek istemiyorsun!" Duymuyor bile. Duymak, işine gelmiyor! Beni tamamen unutup, bir daha başını kaldırmadan her küçük detayı rötuşlamaya devam ediyor. Saatlerce sürüyor bu eylem. Sabırla bitmesini bekliyorum. Arada iki laf edelim istiyorum. Üzülüyorum da bir yandan. Üzerimde bu kadar emeği var. Bazen haksızlık ettiğimi bile düşünüyorum. Fakat o kadar dik başlı ki elimde değil, istemeden ona sinirleniyorum. Nihayet, alnındaki boncuk terleri elinin tersiyle silerek, bacak aramdan doğruluyor. "Sen" diyor, elmas kalemi tehditkâr bana doğru sallayarak. "Kendi değerini bilmediğin sürece aptallığa mahkûmsun." Kıpırtısız susuyorum.

Ayakucumda duran kadehindeki kırmızı şarabı bir dikişte içiyor. "Lâl..." diyor içini çekerek. Bir boşluğa dalıyor karanlık gözleri. "Her şey senin yüzünden..." Gölgeleniyor yüzü. Acılaşıyor. Dağınık saçlarının arasında kırmızı toza bulanmış parmakları gezinirken anlıyorum ki birazdan hırçınlaşacak. Saçlarının arasında kırmızımsı simler parlıyor. Hızla kaldırıp başını yüzüme dik dik bakıyor. Dudakları geriliyor. Aniden öfkeyle kadehi karşı duvara fırlatıyor. Demiştim! Başladık işte. Hızlı adımlarla çıkarak kapıyı büyük bir gürültüyle çarpıyor. Arkasından avaz avaz bağırıyorum: "Tanıdığım en büyük aptal sensin!" Koca budala!

Kim bilir kaçıncı kez, duvarlarındaki lekeleri ve çatlakları bile ezberlediğim atölyeyi incelemeye koyuluyorum. Tezgâhın üzerinde pergeller, çelik uçlu kalemler, iskarpela ve kalın, kare, dikdörtgen şeklinde tahta bloklar (bir ara ahşap üzerine kabartma figürler yapmaya heveslendi, yüzüme bile bakmadığı dönemdi, bana küsmüştü o zaman); efendime söyleyeyim, oldukça büyük ve gündüz vakitleri içeriyi yeterince aydınlatan pencerenin altındaki tam karşı tezgâhta paketlenmiş kil parçaları, alçı tozu, benim çizilmiş eskizlerim, kilden yapılmış yarım modellerim, çekiçler, kalıplar... Var oğlu var. Yıllardır birlikteyiz, bir günden bir güne şuraya çeki düzen verdiğini görmedim.

Yıllar önce... İlk karşılaştığımız an'ı unutamıyorum. Bana, inanılmaz nazarlarla; gözlerinde şehvet, delice bir ışık, kıskançlık, hayranlık ve anlamını çözemediğim bir dolu duygu ile bakmıştı. "Sen, muhteşem bir şeysin... Daha önce hiç senin gibisini görmedim. Ne kadar şeffafsın... Aynı zamanda..." uzun süre sustu, tam karşısında duruyordum. Elini uzattı, incitmekten ürkercesine bedenimi okşadı. Boylarımız yakın sayılırdı. Gözlerinde aynı ürkütücü bakışla dudakları kıpırdadı "aynı zamanda... Lâl..." Ne demek istediğini o zaman anlamam mümkün değildi. Şaşkın, ürkek, yine de olabildiğince sert duruyordum. Belki daha evvel benim iriliğimde bir hemcinsime rastlamamıştı. Oysa biz buralarda çok fazlaydık fakat o başka bir yerden geliyordu.

Aynı dili konuşmuyor oluşumuz, onu anlamıyorum anlamına gelmemeli! Bizler çevremizde konuşulan bir lisanı ikinci kez duyduğumuzda hemen kaparız. Fakat o bunu sanırım bilmiyordu. Konuştuğu dili anlamadığımdan emin olduğu için rahat konuşuyordu belki de. Meğer yalnız değilmiş, biraz daha ilerisinde yerli halktan biriyle elindeki madde ile ilgili sıkı bir pazarlığa (benim dilimde) giren bir kadın duruyordu. Ona seslendi. Kadın baktı "bir dakika" anlamında bir el işareti yaptı. Bir süre sonra da seri adımlarla yanımıza geldi.

Bir eli benim üzerimde, gözlerindeki ateşi gizlemeye gerek duymadan bir bana bir kadına bakıp, heyecandan titreyen sesiyle;

- İşte, aradığımı buldum! Şuna bir bakar mısın? Doğa üstü bir şey..., dedi.

Kadın oldukça ciddi ve alıcı gözüyle bana dokundu. Onun dokunuşundan hoşlanmadım. Çok güzel bir kadındı. Ufak tefek, zayıf, gözleri zümrüt kadar parlak ve ihtiraslıydı.

- Aradığının bu olduğundan emin misin?, dedi soğuk bir sesle.

- Elbette. Yoksa buralara kadar gelir miydim?

- Seni anlıyorum fakat kütlesel açıdan bu çok büyük. Uzun yola dayanamayabilir.

- Seninle aynı fikirde değilim. Güzelce koruma altına alırsak hiçbir şey olmaz.

- Yine de bana sorarsan... Oldukça büyük bir parça seçiyorsun.

- Benim istediğim de bu ya! Bu cins onikslerin bu kadar büyük olanına ilk defa rastlıyorum. Kim bilir kaç yaşında bu nadide güzellik?

- Yaşını bilmem ama bizim ülkemizde bulunmadığı için böyle düşünüyorsun. Oysa burada bundan daha küçük hacimli olanlarına da bir göz atmanı istiyorum. Az önceki Cezayirli ile bunu konuşuyorduk. Mesela şu elimdeki numune...

Kadının elinde tuttuğu avuç içi kadar yeşil damarlı olanına baktı.

- Hayır! Benim istediğim bu değil! Tek bir parça ve kırmızı istiyordum. Şuna bakar mısın lütfen, damarlı bile değil, neredeyse dümdüz... Ve... Ve... Ateş kadar yakıcı bir parlaklığa sahip, yakut kadar ateşin... (Derin derin içini çekti) Üstelik sanki üzerinde bir su var, o, şu an o suyun altından bize bakıyor...

- Yapma lütfen! Yine hayalciliğin üzerinde.

Hemen küsebilen çocuk bakışlarını ilk o zaman fark ediyorum.

- Biliyor musun, bazen seni hiç tanımadığımı düşünüyorum. Bir sanatçı olmadığını... Hattâ beni sevdiğinden bile emin olamıyorum.

- Abartıyorsun... Elbette seni seviyorum.

- Bu parçayı neden çok aradığımı biliyorsun.

- Biliyorum... Aslında... Belki de beni rahatsız eden bu.

- Neden?

- Ölümsüz olmak istemiyorum.

Demek öyle! Demek, ta buralara bu karşımdaki kadının figürünü benim üzerimde çıkartmak için geldi. Ah, tabii henüz bilmiyordu ki ben kendi cinsim içinde en inatçı karaktere sahip bir parçayım. Kimsenin şekli ve suretine girmem! Çok öfkelenmiştim. Elimden gelse ikisinin bitişik duran kollarının tam ortasına düşerek ikisini de yaralamak isterdim.

Böylece uzun yolculuğumuz başladı. Beni, o Cezayirli satıcıdan satın aldılar. Kiralık arazi jeeplerinin arka koltuğuna; yanlarında getirdikleri izole malzemelere sardılar, üzerime kalın yumuşak örtüler örttüler ve yola koyulduk. Üzerimdeki yoğunluktan seslerini tam duyamasam da, sık sık tartıştıklarında sesleri yükseliyor ve örtülere rağmen bana kadar ulaşıyordu.

- Hayır, modellik yapmayacağım!

- Seni seviyorum ve senden bir eser yaratmak istiyorum. Bunu defalarca konuştuk. Yeter artık, konuyu kapatalım.

- Bu kadar ciddi olabileceğini düşünmemiştim. Ben de seni seviyorum ama seninle ilgili bir beste yapmıyorum!

- Bu senin seçimin ya da, beni yeterince sevmiyorsun.

- Of, yapma lütfen, gene saçmalamaya başladın!

- Saçmalıyorum öyle mi? Saçmalıyorum! Peki, tamam...

Sessizlik... Aracın motor sesi... Düşünceler... Yalnızlık hissi... Büyük bir gemiye zincirli aletlerle çıkarılışım... Sonra yeniden başka bir araçla bitmek bilmez yol... Yol... Sessizlik... Hissizlik... Kimsesizlik... Neden ben? Bu soruyu sormanın artık anlamsız olduğunu bilsem de, sormadan edemiyorum...

Yıllar geçiyor, beni atölyeye getirdiği gibi üzerimde çalışmaya başlıyor. Canım yanar sanıyorum her darbede fakat düşündüğüm gibi olmuyor. Canımı acıtmamak için elinden geldiğince nazik davranıyor. Gözlerindeki umut, ışıltı, hayranlık, bana her baktığında o zamanlar kat be kat çoğalıyordu. Şimdi ise benden neredeyse nefret ediyor.

Nasıl bu hale geldik?

Şöyle oldu; Kadın modellik yapmayı reddetti. Yapmaya kalksaydı da, ben onun çekiç darbelerine karşı koyar, kendimi parçalamak pahasına ortadan ikiye ayrılırdım. Nitekim, ne kadar inatçı olduğumu zaman içerisinde gördü. Ben inatlaştıkça beni tatlı sözlerle sakinleştirmeye çalışıyordu "Hadi kızım, uysal ol biraz... Sen benim şaheserim olacaksın. Bak gör, seninle nerelerde boy göstereceğiz birlikte..." Karşı koymam mümkün müydü bu çocuksu sese, içten gülümseyişe, gözlerdeki yakıcılığa... Mümkündü efendim, mümkündü! Benden, ancak benim figürümü çıkarabilir, piyanist sevgilisinin değil!

En sonunda bir gün patladım: "Ben o değilim! O da ben olamaz! Benden, başka bir beden yaratmaktan vazgeç! Şimdi kulaklarını aç ve beni iyi dinle!" dedim, başladım kendimi tarif etmeye; "Parmaklarımı onun parmakları kadar ince ve zarif yapamazsın! Narin ama daha küçük benim ellerim. Bacaklarım o kadının bacaklarından uzun, göğüslerim biraz daha iri ve dik, göbeğim mükemmel ve belim incecik. Popom daha küçük ve biçimli. Baldırlarım kaslı. Geldiğim toprak farklı bir kere benim! Kollarım da uzun üstelik. Ayak bileklerim kusursuz. Ayaklarım da o kadının ayakları kadar büyük değil. Ayak parmaklarım bile daha biçimli. Ben o kadın kadar ufak tefek değilim! Benden gereğinden fazla parça koparıp atamazsın! İzin vermem! Hem benim saçlarım her daim ensemde topuzdur, onun gibi konser haricinde salkım saçak dolaşamam öyle. Kızıl bir ateş gibi taçlandırırım saçlarımı başımın üzerinde. Gözlerim zümrüt yeşili de değil benim. Yakut kadar göz kamaştıran bakışlarım olduğunu pekâlâ sen de biliyorsun. Burnum, dudaklarımın biçimi, o kadınla birbirimizden tamamen çok farklıyız. Benim gözlerim onunkiler kadar iri değil, küçük ve çekik. Sen beni hiçbir şekilde ona buna benzetemezsin! Ben, kendimden başkasına benzemem! Anlıyor musun beni, ha, anlıyor musun? İnanmıyorsan çizdiğin eskizlerin saçmalığına bak! O kadına benziyor mu o çizimler? Henüz bana da benzetemedin, bu nedenle daha çok sinirleniyorsun ama göreceksin bak, elindeki çekiçle ve çelik uçlu kalemle nerelere darbe vurman gerektiğini ben göstereceğim sana. Senin çekicini değdirdiğin yerden parça atmayacağım ancak benim istediğim yerden düşecek o parça!" Kabullenmekten başka çaresi var mıydı?

Bir gün sevgilisi tarafından terk edildi. Başım, ince boynum, omuzlarım henüz kabaca oluşmuştu. Kadın atölyeye geldi ve bittiğini söyledi. Kıyasıya kavga ettiler, birbirlerine hakaret ettiler. Kadın öfkeyle çekti gitti. Sebep bendim. Sürekli benim üzerimde çalışması ve artık onunla ilgilenmemesiydi. "Gördün mü bak, o gitti ama Lâl hâlâ seninle..." dedim. İşine gelmediği hiçbir zaman beni duymaz zaten.

Atölyeye hiç kimseyi sokmuyordu. Ola ki gelen dostlarından ezkaza evin salonundan atölyeye geçen, beni görmek isteyen olursa üzerime örttüğü örtüyü kaldırmalarına kesinlikle izin vermiyor, agresifleşiyordu.

- Hadi ama dostum, alt tarafı o bir..., dedi bir gün ressam bir arkadaşı.

- Lütfen, rica ediyorum, lütfen ısrar etme! Tamamen bitmeden bir kişi dahi görürse büyüsü bozulur.

- Sen, ne kadar değiştin farkında mısın? Senin için endişeleniyorum dostum. Biraz çalışmaya ara ver ve hayata karış. Başka kadınlar tanı, o gittiğinden beri...

- Hayır sorun onun gidişi değil. O gitmesi gerektiği için gitti. Onu düşünen kim?

- Peki sorun ne?

- Bilmiyorum... Bu çalışmayı tamamlamak zorundayım.

- Bu neden senin yaşamının önüne geçsin. Hayat devam ediyor ve sen kendini bu eve hapsetmişsin, insan içine çıkmıyorsun. En son ne zaman aynaya baktın söylesene?

Zamanla eve gelen giden arkadaşlarının sayısı da azaldı. Bir tek ikimiz vardık. Ara sıra yiyecek ve içecek almak için dışarı çıkıyor, hemen geri geliyordu. Elindeki benden önceki bütün çalışmalarını satmıştı. Halbuki başta bana; onlarla birlikte yer alacağım, gösterişli bir sunumla sanat camiasına görücüye çıkacağım bir sergi açmayı düşündüğünü söylüyordu. Geçimini sağlamak için bazen ufak tefek mimarlık projeleri alıyor, birkaç gün içinde alelacele onların taslağını çıkarıp gerisini tamamlaması için yardımcısına veriyor, yeniden benim üzerimde yoğunlaşıyordu. Kendine göre rutin bir düzen tutturmuştu. Bir farkla... Kırmızı şarap tüketimi gün geçtikçe artıyordu.

Bana duyduğu düşkünlük ve bağımlılığı anlayamıyordum. O benim yaratıcımdı, ben ona bağlanabilirdim, bundan doğal ne var? Fakat onun bu tutkusunu onca yaşım ve küçük aklım almıyordu işte. Kavrayamıyordum.

O benim yaratıcım mı dedim? Bendeki bu kabullenişi de çözemiyorum? O benim yönlendirmelerimle, benim şeklimi ortaya çıkaran bir araç değil miydi aslında? Yok canım, haksızlık ediyorum. Elbette o benim yaratıcım. Yıllarını bana vermiş bu genç ve asi adamı nasıl tanrım saymam?

Fakat öylesine güzelim ki, biraz ukalâlık etmek istedim sanırım. Narin boynum bir ceylanınki kadar ince. Başım, hafif sağa eğimli, omzumun hemen aşağısındaki bir boşluğa bakan gözlerim buğulu bir hüzün taşıyor. Dolgun dudaklarıma belirgin bir tebessüm yerleşmiş oysa... Gözlerimdeki hüzne tezat. Bedenimin geri kalanını nasıl tarif ettiysem öyle şekillendirdi yaratıcım. Sağ kolum dirseğimden itibaren yavaşça göbeğimin üzerine kıvrılıyor. Anaçlığını gizlemek isteyen, dünyaya meydan okuyan bir tanrıça gibi. Her kadın göbek deliğinin biraz altında taşır anaçlığını ve onu ancak gerçek bir erkek görebilir. Sağ elim işte bu şekilde konumlanmıştı, dokunmayla dokunmama arası, hani tam dokunmak üzereymiş de ramak kalmışcasına salınır parmaklarım boşlukta. Sol kolumsa öne doğru uzanmış, sanki bir beklentisi var bir yerlerden, parmaklarının arası açık. Bileğin iç tarafında kalan iz ise, doğal bir doğum lekesi ya da... Ya da... Yaşanmış, geçmişte bir günü, unutulmaması, hep hatırlanması gereken bir yarayı anımsatması adına orada var. Göğüslerim, belimin inceliği, göbeğim, kalçalarımın dolgunluğu, bacaklarımın uzunluğu ve sağ bacağımın kasığımı örtmesi için sol bacağıma doğru hafif bükümü, dizden aşağısının ise aksi yönde poz alması, sağ ayak parmaklarımın her an hareket edecekmiş gibi yere kıvrılıp arkamdan bakıldığında ayak tabanımın görülmesi... Duruşum, başımın öne eğilimli olmasındaki gurur ve kararlılık... Her şey olması gerektiği şekilde. Ona minnettarım.

Beni bir kat daha cilalamasına da gerek yok. Öyle parlağım ki ciladan daha güzel. Son rötuşlarım da tamam. Günler, günler sonra... Ta taaam! Hazırım işte!

Artık beni buradan indirmesi ve teşhir edeceği büste yerleştirmesi gerekiyor. Fakat yapmıyor! Karşıma geçmiş, kendisinin bile inanmakta güçlük çektiği bir hayranlıkla bakıyor her yanıma, bir detay atladı mı, bir yerim eksik kaldı mı?

Gözleri... Neden ağlıyorsun hey! Dur bir dakika sakın yapma bunu! "Neden, neden bu kadar güzelsin?" derken boğuk sesiyle... Ayaklarımın dibine çöküp hıçkırıklara boğulurken... Dayanamadım; "Hayır, hayır lütfen... Sakın ağlama hayır... Bu bir... Yanılsama... Bu, senin değil, benim yanılsamam... Sen yapamazsın, izin veremem... Bu bir tek bana ait bir şey... Lütfen ağlama... Lütfen... Sen şimdi asıl yapman gerekeni yapacaksın. Dostların, arkadaşların, sanat çevren, herkes senden bu günü bekliyor. Koş onlara haber ver. Bir sergi açacağını söyle. Hani hep konuştuğumuz gibi. Bir sergi açacaksın ve o serginin en özel parçası ben olacağım. Beni bunu için yarattın, unuttun mu? Ne zaman amacından çıktın? Ben, sen bu kadar özel ve benzersiz bir eser meydana getir diye seni yönlendirdim. Öyle olsaydı ona, yani seni terk edip giden kadına benzerdim, kendime değil. Hayır, bana bunu yaparsan bak üzerimdeki saydam parlaklık pul pul kurur, dökülürüm. Yaşlıyım ben, çok yaşlı, senin tahmin edemeyeceğin kadar... Bak işte, senin ellerin sayesinde bu kadar genç görünüyorum. Tam otuz üç yaşında. Hatırlıyor musun, bunu da konuşmuştuk seninle. Kutsal Kitaplarda anlatıldığına göre; insanlık ölüp yeniden dirildiğinde, her biri otuz üç yaşında olacaktı hani. İşte ben de bu yüzden o yaştayım."

Kapandığı ayaklarımdan başını kaldırıp yüzüme doğru çevirdi gözlerini. Benim küçük asi çocuğum... Ah, uzatabilsem sana elimi, gezdirebilsem parmaklarımı tozuma bulanmış saçlarında, öpebilsem yüzünün her bir yerini... "Anlamıyor musun? Seni kimseyle paylaşamam ben..." İlk defa söylediklerimi işitiyor, bana yanıt veriyordu. Susmak olmaz artık.

Gözümden...

Bir damla...

düşüyor...

kan...

Bazı şeyler yürek ister. Bazı duygular, fedakârlık. Hayatın içinde görmezden geldiğimiz bazı gerçekler ise yüzleşmek ister. Bu bir sarmaldır. Her ne kadar kaçarsak kaçalım, dönüp ayaklarımıza dolanır. Ben yıllar var ki kaçtım. Beni tamamlamasına izin verdim. Bencilce. Oysa daha yola çıkmadan yapmalıydım belki de bunu. Fakat hayat çok garip bir oyun. Bazen, bazı oyunların sonunu bile bile yaşarız. Bazen de tam tersi, yaşayarak oyunun sonuna varırız.

Ona "Git!" dedim. "Git hadi... Gerçeğimi bul..." Yüzüme inanmaz nazarlarla bakıyordu, çaresiz, ezgin... "Yok ki..." dedi. "Var" dedim. "Hayır, yok!" dedi inatla. "Aramadın ki..." dedim. Vardı ve yeryüzünün bir köşesinde onu bekliyordu. Kadınım ben! Bir hayvanın koku alma duyusu ne kadar gelişmişse bir kadının hisleri de o denli iyi koku alır. Sanki bilmiyordu.

Kızıl saçlı, yakut bakışlı, benim endamımda bir kadın... Benimle ruhen ve bedenen tıpatıp aynı, bir yerde seni bekliyor. En az benim kadar inatçı ve senin kadar asi... "Git onu bul... Burada bekleyeceğim..." Yıllar sonra ilk defa umutla baktı... Baktı... İlk defa yürek dolusu gülüşünü görebildim... Gam yemem artık.

Gitti...

* * *

Bazı fedakârlıklar hiç istemesek de yalan söylemeyi gerektirebilir...

Duyarsızlıkların had safhaya ulaştığı yapaylığın tam ortasında, hiç kimseden hiçbir şey beklemeden öylece susuyorum. İçimin boşluklarını yahut yalnızlığımı örseleme telaşında değilim. Aksine, ne yaptığımı çoklarından daha iyi biliyorum. Bir heykeltıraş sabrıyla kendimi yok edene dek yontacağım. Geldiklerinde bir minik zerrem dahi kalmayacak ortalıkta... Ve o kızıl saçlı afetin, sol bileğinin içinde yara izi olmayacak...

Adım Lâl... Taştım ve sustum.

Ekim'09

 
Toplam blog
: 19
: 658
Kayıt tarihi
: 16.03.10
 
 

Oyun yazarı. Son oyunu "Yedi Peçeli" Devlet Tiyatroları tarafından incelenmekte. Diğer bütün yazı..