Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ekim '13

 
Kategori
Deneme
 

Labirenti yuvası olan fareler

Yeni yıl... 366. gün... 25. saat.

Ne farketti bir düşün; zaman, olsa olsa içerisinde danseden sonsuzu aksettiren naciz bir aynadır. Yoktur başkaca bir tasarrufu, bir hükmü. Dün ne idiyse aslın, bugün onu yansıtır suretin. Peki o suretinse, sen kimsin? Sen bilmezsin, ben bilmezim, peki... Kim bilir? Aslına rücu edebilseydin eğer, secdeye varırdı cümle maskeliler. Hiç değilse bilmediğini bil ki, gaipten bekleme nuru, git kovala, ele geçer... Kimbilir?

Labirenti yuvası olan fareler

   Hayatın kusursuz kısırdöngüsünde, labirentleri artık yuvaları haline gelmiş fareleriz biz. Kanıksar gibi oluruz, alışırız yuvamıza... Derken... O yattığımız tavşan uykusundan bir uyanış, bir kıpırdanma, yine başlarız çıkışa doğru bir yön, bir yol aramaya. Başımızı bir o duvara vururuz, bir bu duvara. Bir yandan kapana kısılmışızdır, öte yandan kovalayan bir gulyabanimiz de yoktur hani. Peki öyleyse, niye çıkmak isteriz o labirentten? Madem bir kapana kıstıran yokken? Dışarısı daha mı huzurludur? Daha mı güvenlidir? Ne vaadeder? Belki bilinmeyenin karşı konulmaz cazibesini, belki hiç duymadığımız ama var olduğunu bildiğimiz bir tenin kokusunu, belki de nicedir dinleyemediğimiz rüzgarın uğultusunu... Kim bilir? Belki de bir türlü doyuramadığımız dışarıda kalmış ruhlarımızın sükutla fısıltı arası, belli belirsiz yakarışlarıdır bizi çeken. Öylece dolanır dururuz labirentin içinde, gayemizin adını koyamadan, ne istediğimizi de tam bilemeden.

Sonra, bir yorgunluk, bir bıkkınlık hasıl olur; gözler boşluğa sabitlenir uzunca saatler. Arkasından bir kabullenme, bir itaat çöker; omuzlardan ayağa giderek ağırlaşır görünmeyen yükler. Çekiliriz labirentin bir köşesine, kendi kendimizi dinleriz can kulağıyla. Sağırla ahrazın sohbetidir bu; sessizlik geçici bir huzur verir, gözkapaklarımız ağırlaşır. Başlar rüyayla gerçek arası tavşan uykumuz. Kaç kere başa sarmıştır bu plak, ama farkedemeyiz. Zira, balık hafızalı fareleriz... Aslında bu kısırdöngü tam da bundan beslenir, ayıkamamak, silmek, unutmak. Yoksa her seferinde baştan başlayacak güç nereden bulunur?  Arşimed değilsin ki bir tahta kaldıraçla dünyaları yerinden oynatasın? Labirentte kaldıraç yok, duvarlarla başbaşasın. Tahayyül et; her yola koyuluşunda üzerine yüklediklerini boşaltmadan tekrar başa döndüğünü. 

Romaya çıkarmış her yol, ama ömrünü labirentte geçirmiş fareler için Roma ne ifade eder?  Yokluk görmemişin zenginliğin tadını alamaması, sarhoş olmamışın ayıklığın kadrini bilememesi, aşktan yüreği kavrulmamışın Ferhat'ı anlamaması ne ise, işte onu.

İşte yine başa sardı plak, şimdi de 2014 şarkısı çalıyor. Cızırtıların arasından pürüzsüz berrak bir ses yükseliyor, o sesle tavşan uykumuzdan uyanıyoruz. Gözlerimiz uyku mahmurluğuyla sağa sola seğirtip çıkışı arıyor...

Madalyonun bir yüzü, hikayenin ilk yarısı böyle... Peki öteki yüzü?

Başını kaldırıp da labirentin boyunun sadece bizim boyumuz kadar olduğunu farkedemeyen fareleriz biz... Bir sıçrayışta duvarı aşacak gücü olduğu halde, bu gücü bacaklarında derman kalmayıncaya kadar; başı önde dolanmakla harcayan fareler. Kendi inşa ettiği labirentlerde kaybolan; bakan ama göremeyen gözleriyle, doğası dik kendisi eğik başıyla,  varolmayan engellerle boğuşan fareler. Aslında, özünde kuralları, şablonları olmayan yepyeni bir oyunda kendi kurallarını koymak yerine öğrenilmiş biçareliğin kurallarına boyun eğen fareler. Hep bir işaret, hep bir yol gösterici, hep bir mucizevi dokunuş bekleyen, acizliği kendinden menkul fareler. Şimdi dostlar, hazır plak başa sarmış, siz de yeni uyanmış ve dinçken; başınızı bir yukarı kaldırın, gözlerinizi dört açın... Hikayenin bundan sonrası size kalmış, gayrı kendi hikayenizi kendiniz yazın...

 
Toplam blog
: 13
: 219
Kayıt tarihi
: 25.10.13
 
 

Arada ilham perileri uğruyor, fısıldıyorlar birşeyler. Ben de duyabildiğim kadarını karalayıveriy..