- Kategori
- Gündelik Yaşam
Manzara, Bira ve Ben, Bir de İhtiyar

- Şöyle bir bira… Bol köpüklü, buzlu bardakta, soğuk mu soğuk… Ve tam karşıda duran Bey Dağlarına, eteklerine yapışmış denize hafif bir şerefeyle kaldırıp yudumlayacaksın ki…
- Dün öyle bir andı! Henüz daha aydınlık bir havada, seyir terasının yanında… Nede çok giderdik eskiden o yerlere… Derenin içinde bir sağa bir sola seyirten kuğular, bir tahta köprü, dere kenarına dizili doğal taşlar ve tabii ki birbirinden güzel ağaçlar, çiçekler, yeşilin binbir türü… Ve ben bir ara tam gün mesai babından takılmıştım oralara.
- Gözüm Bey Dağlarında ve Akdeniz’de… Masmavi bir deniz… Gökyüzü de masmavi… Ve Bey Dağlarının doruklarında erimeye yüz tutmuş karlar…
- Yaz aylarında oralardan karınca gibi görünür insanlar. Şemsiyeler, şezlonglar ve kıyıya vuran hafif dalgalar…
- Sırt çantalarıyla hafif koşar adım bir hızda varyanttan aşağıya süzülerek inen insanların denize olan özlemleri her zaman ilgimi çekmiştir. Sabahın erken saatlerinde yola koyulur ve varyanta ulaştıktan sonra, keyifle aşağıya inilirdi. Halen de öyledir. Çok zaman erkenden işe giderken sırtlarında çantalarıyla görürüm insanları oralarda. Ya çıkması… İşte en fenası da odur.
- Gün akşam olduğunda aynı yoldan geriye dönüş başlar ki, akıl kârı değildir. Hele ki bir de denizin ve günün yorgunluğu yok mu?
- Yanı başımı satıcılar işgal etmiş. Ne sattıklarını çok umursamıyorum ama tiridime su kattılar. Oysa nede güzel kaptırmıştım kendimi. Gözüm ara ara gökyüzünde, ara ara denizde… Arada bir de taaa karşı ufuklara dikiyorum gözümü. Hele ki Bey Dağları!
- Bira alsaydım ya… Yakınmak! Hayır, hiç hoşuma giden bir kelime değil ama alsaydım hiç fena olmazdı hani…
- Karşıdan gelen ihtiyar adam…
- “Nereden çıktın?” diye söyleniyorum kendi kendime. Oysa nede güzel izliyordum karşımdaki tabloyu. Ressam olsam… Yada az bi az yeteneğim olsa ya resim yapmaya… O manzara eşsiz… Çiz çizebildiğin kadar.
- İhtiyar adamın elinde baston… Hızlı hızlı yürüyor. Seksen yaşlarında. Belki daha fazla… Benden daha hızlı yürüyor. Hele ki haline bakmadan… Bildik bir Antalya köylüsü. Hava sıcak ama nedendir bilinmez, üzerinde bir ceket ve ceketin altında kalınca bir kazak. İhtiyar… Görmüş geçirmiş, bilir bu havaların yanıltıcı olduğunu… Bizim gibi yeni yetmemi ki ahmak ıslatan yağmurlarına maruz kalsın?
- Yanıma yaklaştı, yaklaştı, iyice yaklaştı.
- Dişleri yok... Gözler kaykılmış ama atak bir ihtiyar. Kafasında bir bere… Boy 1.55 ya var ya yok. Kısa yani. Hızla yanımdan geçti geçecek… Dikkatle bakıyorum yüzüne. İyice yaklaştı yanıma ve yanımdan hızla geçip, varyanta yöneldi. Hiddet dolu bir yüzü vardı ihtiyarın. Acep kim nasiplenecek hiddetinden? Merak işte… Nedense?
- Evet evet… Bir bira şart oldu. Almam ve hafif hafif yudumlamam lazım. Belki şarap! Mekâna ters mi düşer bilmiyorum. En iyisi bir bira… Şöyle soğuk tarafından! Ama buzlu bardak yok. Olsun. Fitim okadarına.
- Yerimden kalkıp ağır aksak adımlarla biraz ilerideki büfeye yöneliyorum.
- Mayışmak kötü be birader…
- Karşımda duran büfeciden bir kutu bira rica ediyorum. Cebimdeki bozuklukları bırakıp, gerisin geri, kalktığım yere geri dönüyorum.
- Yine gözüm ufukta… Ara ara gökyüzünde, ara ara Bey Dağlarında!
- Ve fısssss diye bir ses. Biranın kapağını açtım, ondan dolayı. Ve hafif bir yudum çektikten sonra, o muhteşem tablo, daha bir güzel göründü gözüme!
- Bir yudum daha… Sonra bir yudum daha… İhtiyar takıldı gözüme. Aşağıya yaklaşmış bile. Hızlı adımlarla ilerliyor. Ve ben bir yudum daha çekiyorum biradan. Dudaklarımda bir şiir… Mırıltılı dökülüyor dudaklarımın arasından şiir… Ahmed Arif’ten… Nereden geldiyse aklıma?
- Birayı içtikçe ve manzara iyiden iyiye zihnime yerleştikçe, sıcakları özlediğimi farkettim. Evet ya, ben sıcakları seviyorum. Yaz mevsimini seviyorum. Açık alanda mayışmayı, tembellik yapmayı seviyorum. Kahretsin işte… Sıcaklar! Öyle ki o sıcaklar insanları kasıp kavururken, ben keyifle deniz de kulaç atıyorum ya… Sanki birilerine nispet yaparcasına bir cahillik işte… Ah işte o büyük kentlerin sakinleri, siz yok musunuz, siz? Gülerim ya hallerine… Hele ki, “Antalya’nın sıcakları çok berbat” demezler mi? Bir de asortik dil kullanırlar ya… İstanbul’un canhıraş trafiğini oniki ay çekerler ama Antalya’nın sıcağına üç gün katlanamaz, olmadık maraza çıkarırlar.
- Şekil A, bizimkiler.
- “Biz duramayız o sıcaklarda” derler ve bu taraflara teşrif buyurmazlar.
- Kasvetli İstanbul günlükleri pek bir keyifli geliyor zaar! Oysa trafikten kaçmak adına dört duvar arası eve tıkılmış olmayı yaşamak diye algılıyorlar nede olsa.
- Ah işte o meşhur araştırma sonucu… “Evde en fazla vakit geçiren millet Türkler.” “Duyun da inanmayın” diyeceğim ama vaziyet budur. Yani efem, asosyal bir millet olduğumuza dair, cümle alem araştırmalar fetva vermekteymiş, bilesiniz.
- Daha beteri şimdi geldi aklıma… Cümle alem araştırmalardan bir tanesi de yaş sebze meyve ihrac ürünleri üzerine yapılanı… Ben de diyordum ki, onkoloji servislerimizin hali neden böyle bedbaht? Yurdum insanı bir bir kanser vakalarıyla muzdarip pek tabii ki… Araştırma veya tetkik… Ne derseniz deyin. İhrac ettiğimiz biber, armut ve üzümden fazla miktarda ilaç kalıntısına rastlanmış. Tabii ki biliyoruz vaziyetin bu minvalde seyreylediğini ama gayet sessiz ve sükût içerisinde hayatımızı sürdürüyoruz. Huuu duyduk duymadık demeyin… Bir kez daha yineliyorum işte… Çok vatan ve milletperver yurdum insanı, yine çok vatan ve milletperver yurdum insanını zehirlemekle meşgul. Benden söylemesi… Bu yüzdendir ki, silahlı terördü, şuydu buydu demeyin. Alın size terörün alası…
- “Şimdi oldu mu?” dediğinizi duyar gibiyim vallahi. Ne yapayım, olmadı işte. Bu güzel muhabbetin ardından bu hadiselere girmek pek bir keyifsiz olsa da, elde değil, malumunuz üzere…
- Biramdan demlenmeye devam ediyorum işte.
- Karşımda Bey Dağları, hemen dibimde Akdeniz… Gökyüzü masmavi ve ben biramdan çekiyorum yudumları. İhtiyar mı? Gözden kayboldu… Ardı sıra daha birçok insan… İnsanlar varyanttan aşağıya süzülerek iniyor. Sırtlarında çanta, boyunlarında foto makinesi…