Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

24 Eylül '13

 
Kategori
Deneme
 

Martı

Martı
 

Martı


Güneşin batmasına az bir süre kalmıştı..Küçük balıkçı barınağının içindeki çay bahçesinde masalar hemen hemen doluydu.Eski kırık dökük masalar her zaman dolu olurdu.Üstte sazlardan yapılmış bir gölgelik vardı.

 Kadın, hemen denizin kenarındaki masada oturuyordu.Güneş tam karşısında, denizin üzerindeydi, gözleri kamaşıyordu sudan yansıyan ışınlarla.Sessizce çevresini seyrediyordu.Bir balıkçı, ağını temizliyordu az ötesindeki sandalda.Ağdan çıkardığı balıkları arkasına doğru denize atıyordu.Bir kaç martı denize düşen balıklara gelmişti bile.

Martılar, gökyüzünde şöyle bir dolanıyor, ardından pike yapıp sandala doğru yaklaşıyor ve balıkları kapıp gidiyorlardı.Kadın başını kadırıp martılara baktı.Beş martı vardı.Geniş daireler çiziyor bazen asılı gibi duruyor ve hafif inişe geçiyorlardı.

Batmak üzere olan güneşin altın sarısı parıltıları kadının yüzüne yansıyordu…Çaycı, boş bardağı almaya geldiğinde bir bardak çay daha istedi.

Artık sonbahar gelmişti, güneş eskisi kadar ısıtmıyordu ama insanlar yine de buraya gelmeye devam ediyorlardı.Elleri üşümüştü, çaycının getirdiği çay bardağını iki eliyle kavrayıp ellerini ısıtmaya çalıştı.Kışın geliyor olması içini karartıyordu, derin bir nefes alıp tekrar martılara çevirdi gözlerini.Yukarıda tek bir martı vardı şimdi.Diğerleri limanın az ötesindeki balıkçıların olduğu tarafa gitmişlerdi.Yukarıdaki martıya baktı tekrar.

Martı havada adeta süzülüyor ve daireler çizmeye devam ediyordu.Kapkara küçük gözleriyle martı, aşağıyı süzüyordu.Bir ara martıyla gözgöze geldiğini hissetti, sonra kendi kendine gülümsedi hafifçe.Martı dönüşüne devam ediyordu ama, sanki... “Yok canım” dedi kendi kendine aklına gelene gülerek.Ama martıya bu kez daha dikkatli bakmaya başladı.

Martı bir kaç dönüş daha yaptıktan sonra kadının olduğu tarafa doğru dönüp havada asılı kaldı bir süre.Gözlerini kadına dikmişti.Kadın güneşten kamaşan gözlerini kırpıştırıp eliyle gölge yaparak martıya tekrar baktı.Martı beyaz tüylerinin arasında siyah boncuk gibi duran gözleriyle düpedüz kadına bakıyordu.Bir süre öyle kaldıktan sonra aşağı doğru süzüldü, ardından kanat çırparak yükseldi, bir dönüş yapıp güneşe doğru uçmaya başladı.

Kadın batmakta olan güneşin kızıl ışıklarında yitip giden martının peşinden bakakaldı bir süre sonra soğumaya başlayan çayından bir yudum alıp gözlerini denize çevirdi, hafif rüzgar çıkmıştı, denizin kıyıya vuran sesini dinleyerek düşünceye daldı.

 “Dalgaları yara yara giden gezi teknesinde, yerdeki minderlere yatmıştı  o yaz günü.Herkes yolculuğun sonunda yorgun düşmüş, yavaş yavaş çantalarını yerleştirmeye başlamışlardı.Sırtüstü döndü yattığı yerde, şimdi sadece gökyüzünü görüyordu ve tekneyle birlikte hafifçe sallanıyordu.

Bulutlar, rüzgar yüzünden pamuk yığını gibi toplanmışlardı.Elini uzatsa dokunacağını düşündü.Öylesine yakındılar ki.Yığın yığın bulutlar...Bir grup bulut, mitolojik resimleri andırıyordu.Birinde ise noel babanın arabası ve geyikler vardı.

Gözlerini kapayıp tekneye çarpan suyun sesini dinledi bir süre.

Bir kolunu başının arkasına destek yapıp tekrar gökyüzüne bakmaya başladı.Bir kaç martı vardı yükseklerde.Bir süre onları izledi. “Kuş olmak...” diye geçirdi içinden.Yukarıdaki martıların aşağıyı nasıl gördüğünü düşünmeye çalıştı.Onların gözüyle görmeyi denedi.İçi garip bir biçimde titredi birden, uçuyor gibi bir duyguya kapıldı.

Tekne ne kadar da küçük görünüyordu, ya deniz...Deniz koyu lacivertti ve denizin içinde gümüşi  parlayan balıkları gördü, başını çevirip ufka baktı, güneş kızıldı artık ve az sonra batacaktı.Biraz daha yükseldi ve bulutların içine doğru yöneldi.Yavaş yavaş, bir hayal gibi bulutların içine girdi.Artık heryer bembeyazdı ve hiçbirşey görünmüyordu.

       Sis inmişti ağır ağır.Nemli bir sisti ve yitip gidiyordu sisin içinde.”Yok olmak gibi bir şey...” Diye düşündü.Eriyip gitmek gibi.Sis olmak gibi.Geri dönmesi gerekiyordu ama nasıl, kaybolacaktı! Uzaklardan, koşan bir atın ayak seslerini duydu, gittikçe yaklaşıyordu.Birden az ötesinde siyah bir at belirdi.Tam rüyamdaki gibi düşündü.Nasıl da hatırlamıştı, neredeyse onbeş yıl olmuştu o rüyayı göreli.İşte o siyah at geri gelmişti.

Siyah at, belirsizlikler içinde günlerce onu sırtında taşımıştı.Günlerce gitmişlerdi ve O, geceleri atın üstünde uyumuş gündüzleri sisin içinde gitmişlerdi, koşuyordu at, hep koşuyordu.Ve sonunda at bir evde onu bırakmış ve bitkin düşerek yere yığılmıştı.

İşte o at geri gelmişti.Gülümseyerek ata yaklaştı ve ona bindi.At ağır ağır yürümeye başladı, sonra gittikçe hızlandı ve birden yükseliverdi yerden.Şimdi uçuyorlardı.At artık beyaz bir martıydı.Ve yavaşça sisden çıktılar, martı aşağıdaki teknenin üstünden uçarak kıyıya doğru yöneldi...”

 

     Kadın çayını bitirip bardağını masaya bıraktı.Güneş batmış, gökyüzü doğudan koyu bir laciverte bürünmeye başlamıştı.Kadın martının gözlerindeki keskin bakışı hatırlayıp,  kendisini bir balığa benzetmiş olacağını düşünerek kafasındaki garip düşünceleri atmaya çalıştı, gülümsedi.Yukarıda kümelenmiş bulutlara bakıp bir şeylere benzetmeye çalıştı teknede yaptığı gibi.

Birden, martıyı tekrar gördü.Martı ağır ağır süzülüyordu havada.Kanatlarını çırpmadan rüzgarın hareketine bırakmıştı kendini.Yükseliyor, dönüyor , düşer gibi süzülüp tekrar yükseliyordu.Dansediyordu...

Bu, rüzgar dansıydı.Bir dağın zirvesinde deli gibi esen rüzgara karşı durmak, onunla savaşmayıp dost olmak diye düşündü kadın.Kendini onun gücüne bırakmak ama devrilmeden.Bedeninde onun gücünü hissetmek, görememek ama hissetmek.Bir dağın zirvesinden parapanla atlamayı istedi, bir kuş gibi kendini rüzgara bırakıp dansetmek...Bir süre sonra martı kendini rüzgara bırakmaktan vazgeçip kanat çırptı ve kadının üzerinden uçarak gitti.

Beyaz bir tüy, salına salına indi, kadının masasının üstüne düştü.Kadın tüye bir süre öylece baktı sonra ağır ağır elini uzatıp tüyü eline aldı.Parmaklarıyla dokundu yavaşça.Yumuşacıktı.”Bulut gibi”, dedi usulca.Beyaz tüy, yavaş yavaş büyüyüp çevresini sarmaya başladı.

Deniz, karşısındaki tekne, ağlarını temizleyen balıkçı, yan masadakilerin konuşmaları silinmeye başladı…Derinlerden, akan bir suyun sesini duydu.Doğrulup ayağa kalktı.

Hiçbirşey görünmüyordu artık.Elleriyle çevresini yoklayıp  nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Yavaş yavaş bir sis iniyordu kanyonun içine, hava kararmaya başlamıştı.Soğuk...Gece soğuk olacaktı ve ağır ağır  sis iniyordu. Ayaklarının ıslanmaya başladığını farketti,  aldırış etmedi.Suyun sesi artıyordu  yürüdükçe ve o  üşüyordu.Kanyonun duvarları yükseldikçe yükseliyordu...Görmüyor ama hissediyordu.Karanlıktı her yer…

Kadın kendisini çağıran  sesi duydu.Uzaklardan geliyordu,bağırmaya çalıştı.İçinden sessiz çığlıklar atarak “bırak beni” diyorum, yetişemem sana, sen git!.........Sen yaşama git! Belki sonra…” dedi kadın.Gökyüzü ağlamaya başladı.Hüzün hüzün indi damlalar.

Kadın kendini çağıran sesi tekrar duydu.Ulaşamayacağını biliyordu.Her yer karanlıktı, sesin ışığı görünmüyordu ve o ıslanıyordu.Ses hala çağırıyordu.Yerinden doğrulup karanlıkta el yordamıyla ilerlemeye çalıştı.Bir ağırlık vardı üzerinde, suçlu kelebeğin kanatlarıydı bunlar ve kadın uçamıyordu. “Uçamıyorum…” diye fısıldadı.

“Yürüyorum el yordamıyla karanlıkta, ayağım kayıyor habire, ben yanlış bir yola giriyorum.O sesi takip ediyorum ve yanlış bir yolda gidiyorum...” diye düşündü.Yağmurla birlikte kanyonda yükselen suyunun akıntısına karşı yürümeye çalışıyordu şimdi...

Su gittikçe yükseliyordu ve o,  sesi takip ediyordu.”Boğulmak...” Korkuyordu.Ulaşamayacağını bile bile gitmekten korkuyordu o ses orada inatla bekliyor ve kadının henüz kendisine ulaşamayacağını bilmiyordu.

Kadın sesin hep kendisini beklemesinden korkuyordu, üşümesinden korkuyordu.”Git , bekleme!” diye haykırdı tekrar içinden.Hüzün hüzün indi damlalar...Kadının elleri sızlıyor,  gözleri sızlıyor, kalbi sızlıyordu.Çok soğuktu...Gün doğmasına çok zaman vardı “Keşke”, diye düşündü  “bekleseydi günün doğmasını, çağırmasaydı kör karanlıkta, çağırmasaydı ne olurdu! Çok soğuk ve boğazıma kadar gömülüyorum suyun içine, az kaldı sürüklenip gitmeye, kaybolmaya, yitmeye, keşke çağırmasaydı!”

Ses, karanlığın içinden, “elimi tutsaydın düşmezdin”, dedi kadına tekrar... “O sese gitmenin yolu var mıydı?

Bekleseydim günün doğmasını, aydınlıkta ne kolay olurdu.Bekleseydi aydınlığı, günün doğmasını, çağırmasaydı karanlıkta...Ya da...Ben gitmeseydim...Gün ne zaman aydınlanacak, bilmiyorum, belki çok daha sonra şimdi değil...Kaybolduğum bu karanlık kanyonda, sesi duyuyorum ama ışık hala yok!”

          Kendi kendine kızmaya başladı. “Beyin defterime bin kere kendimden nefret ediyorum diye yazmakla cezalandırıyorum kendimi” diye bağırdı...

        Ayağından bağlı bir martının çığlıklarını duyuyordu şimdi.Martı, zorluyor, zorluyordu uçup gitmek için kendini.Delice çırptığı kanatlarından tüyler uçuşuyor, yaralanıyor ve ip kopmuyordu, daha zamanı değildi.

       “Uçma diyorum bırak zorlama!Bir gün pat diye düşüvereceksin ve bir daha asla uçamayacaksın” dedi kadın martıya.

”Ama çağırıyor!” dedi martı gözlerinde hüzünle...Kadın biliyordu , az zamanı kalmıştı düşmesi için martının, çok az zaman kalmıştı...

Yalvarıyordu martı. “Kes şu ipi, kes gideyim”

“Bekle, zaman var daha” diye hüzünle fısıldadı kadın martıya…

       Bir kayaya tutunup sudan çıktı ve günün doğmasını beklemeye karar verdi yoksa bu dipsiz kanyonda kaybolup gidecekti.Artık gücü tükeniyor, soğuk işliyordu her yanına, acı çekiyordu.Ve kırmızı küçük bir gonca gülün gün be gün solduğunu görüyordu.Ve onu çağıran sesdeki çaresizliği biliyordu.Acıyı....Kadının gücü tükeniyordu.

Suyun azalmasını ve en önemlisi günün doğmasını beklemeye karar verdi.Üşüyordu, bir battaniye düşlemeye başladı.Masasına düşen martının tüyü, büyüyüp tüylü bir battaniye gibi sardı bedenini.Kadın, çok sevdiği  yolları, sahipsiz sahil kasabalarındaki güneşi düşledi.Sıcacık kumları, bahardaki taze otların kokusunu, çiçeklere dokunmayı, ağaçların gövdelerine sarılmayı, renkli taşları toplamayı, dikensiz güllerin üzerinde uyumayı ve sığınağı...

       Tüy battaniyenin yumuşaklığı onu uyuşturmaya başlamıştı, şimdi uyku dolaşıyordu damarlarında, nemli gözleri kapanmaya başladı ağır ağır.

 “Sana geleceğim, tam da tan ağarırken” diye fısıldadı kadın son gücüyle.”Beklemelisin,tan ağarırken geleceğim, daha zamanı değil...”

       Kanyonda gün doğmaya başlamıştı ve o görmüyordu.Sığınaktaydı şimdi.Turkuaz bir denizi düşlüyor ve hiç üşümüyordu....

Kasım 2000

 

https://www.facebook.com/photo.php?fbid=449647768481109&set=a.109218612524028.16922.100003076698990&type=1&theater

 
 
Toplam blog
: 191
: 1283
Kayıt tarihi
: 16.01.07
 
 

Başlangıçta sadece su ve onun üzerinde salınıp duran sis mevcuttu.  Baba Apsu ortaya çıktı ve tat..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara