Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ekim '12

 
Kategori
Öykü
 

Masumiyet

Gelin damadında kolundayken, böyle yakışıklı ve genç biriyle evlendiğine inanamıyordu hala.  Kara kaşlı kara gözlü bir delikanlı olan kocasını ilk kez düğün gününde görebilmişti. Kız tüm cesareti,ni toplayarak o iri birer üzüm tanesini andıran gözlere baktığında, o ana kadar hissetmediği duyguların, bedenini aniden esir aldığını farketmişti hayretle.  O ilk heyecanı atar atmaz, büyük bir sevinç kümesi yüreğini dolduruverdi. Aylardır içini yiyiyp bitiren endişelerin, kuruntuların boşa çıktığını anlamakla, öylesine rahatlatmıştı ki. Tüm endişeleri, korkuları yok olup gidivermişlerdi artık.

Oralarda kızların çoğu, yaşlı adamlara  başlık parası uğruna verildikleri için, haklı olarak korkularla geçirmişti son bir kaç ayı. Ana babasına da bir şey soramamış, çaresizlik içinde düğününü beklemişti. Şimdi mutluydu, biraz eğlenip, düğününün tadını çıkarmak istiyordu sadece. Başka bir köye gidecek, ailesinden ayrı kalacak olmanın acısı çöreklenmiş olsa da kalbine, hayat böyleydi. Kim ailesinin dizi dibinde kalıyordu ki sonuna dek! Kendi anası da babasına sevdalanmış, kaçıp gelmişti sevdiğine. O hiç olmazsa, teli duvağıyla, arı namusuyla çıkıyordu baba evinden, daha ne olsun! Bundan sonraki hayatını kocasıyla geçirecekti. Bunu düşünmek bir tuhaf etti içini, yine genç adamın yüzüne kaçamak bir bakış fırlattı. Pek asık olsa da bu surat, onu büyülüyordu. Böyle yakışıklı bir kocası olması  gururunu okşuyordu doğrusu.

Gece ilerledikçe, heyecanı artmaya, eli ayağı birbirine dolanmaya başlamıştı. Böyle bir adamla mutlu olunmazdı da, kiminle olunabilirdi! Bu kadar şanslı olduğuna inanamıyordu bir türlü. Davul zurna çalınıp, herkes halaya koyulmuşken, o  sandalyasinde oturmuş, yaşayacağı  mutlu hayatın yollarına düşmüştü çoktan. Halaya karışan damadın boylu boslu silüeti, gelinin düşlerini bir kat daha güzelleştiriyordu. Böylesi yakışıklı bir erkeği daha önce ne görmüş, ne tanımıştı, hayalini bile kurmuş değildi. Lakin şimdi bu genç adam bir masaldan fırlayıp gelmiş bir prens gibi, karşısında durmaktaydı genç kızın. Bir ömür boyu sadece onun erkeği olacaktı. Göğsü karmakarışık hislerle inip kalkmaktyadı, heyecanla, merakla,çekingenlikle, aşkın ilk kıpırtılarıyla. Henüz hiç konuşmamışlardı. Sesini duymamıştı henüz kocasının. O da heyecanlıydı belki. Acaba beğenmiş miydi gelini. Aniden aklına takılan bu soru,  dut yapraklarını hızla kemiren kurtlar gibi sarıvermişti ruhunu. Damadın bakışlarını yakalamaya, o yansımalardan bir şeyler çıkarmaya çalıştıysa da, başaramadı. Genç adam gözlerini hiç buluşturmamıştı onunkilerle gece boyunca. Hep etrafla ilgili görünmüş, arada bir oyunlara katılmış, hatta genç kız yeni kocasını bir kaç kere içerken de görmüştü. Galiba, damadın düğün gecelerinde tek yapmadığı gelinle ilgilenmekti. Cesaret verici, sıcak bir gülümsemeyi bile esirgemişti ondan.

Tüm bunları farketmeye başlayınca, kızın en mutlu hissetmesi gereken günü zehir olmuştu. Adamın aldırdığı yoktu ona, besbelli hoşlanmamıştı yeni karısından. Belki de, çok daha güzel bir sevdalısı bile vardı. Öyleyse neden onunla evlenmeye kalkmıştı. Ailesinin ısrarıyla muhtemelen. Zaten kızı ilk görüp beğenen kaynanasıydı. Ardarda sorduğu sorulara yine kendisi cevaplar buluyor ve her yeni cevap onu daha da perişan ediyordu. Oğlunu zorlamıştı demek onunla evlenmesi için. O da anasını kıramamış, kabul etmişti. Onun yüzünden sevdiğinden ayrılmak zorunda kalarak onunla evlenmişti. Belki de, şu anda vile sevgilisinin yüzü aklındaydı. Bir kaç dakika içinde hayallerinde yazdığı bu hikayeye öylesine inandı ki kızcağız, kendini tutamasa, neredeyse ağlayacak hale gelmişti. Yüzüne kondurmaya çalıştığı o sahte gülücükler bile gizleyemiyordu gözlerindeki kırık hayalleri.

“Nikahta keramet vardır.” derdi büyükler. Unutturudu kocasına eski sevgilisini, kendini sevdirirdi. İyi huylu, başı eğik kızdı, kocasının her dediğini yaparsa, severdi onu elbet genç adam. Bu yakışıklı adam tarafından sevilmek ümidi, hemen ısıtıverdi kalbini yeniden. Düğün yine güzel görünmeye başladı gözüne, renkli, ışıklı, eğlenceli. Bu kadar farklı duyguyu üstüste kısacık bir zaman diliminde yaşamak, şaşırtmıştı onu. Nasıl hissedeceğini kestiremiyordu.

Henüz çocuk denebilecek bir yaşta, yeni bir hayata başlarken, beyninde binlerce cevapsız soru vardı. Bir yandan da, sebebini tam olarak kestiremediği bir heyecan her yanını sarıp sarmalıyordu. Genç adamı her gördüğünde, bambaşka bir duyguya kapılırken, gözlerini o yüzden ayıramıyordu bir türlü. Genç kız kendi düğününde, başedemeyeceği bir aşk girdabına karışıyordu. Derler ki  daha önce aşk acısının tadına varanlar, sevda geldi mi bir kez başa, kolay kolay gitmezmiş. Doğrudur. Ama onun haberi yoktu bundan henüz, hiç bir şeyden haberi yoktu.

Odada kocasını beklerken, annesiyle düğünden bir kaç gün önce yaptıkları konuşma gelmişti aklına. Kadıncağız kendince bildiklerini, şimdiye kadar edindiği tecrübeleri, dili döndüğünce anlatmaya çalışmıştı kızına;

_Erkeğin  gönlünü hoş tutmak lazım kızım. Başın eğik olacak, öyle vara yoğa diklenmeyecen. Erindir, vursa da, sövse de ses etmeyecen. Başka türlü dirlik olmaz evde. Artık sen çıktın bizden, gayrı kocanın evini yuva belle! Bize de söz getirme!

Annesinin sözünü dinleyecekti. Zaten dinlemeyip de, ne yapsındı ki. Genç adamı görür görmez, gönlü akıp gitmişti. O gözler yeniden gelince hayaline, aynı titreme sardı her yanını tekrar. Tam o anda da kapı açılıp, kocası içeri girdi. Hala, hiç bir gülümseme yoktu yüzünde. Bu durum kızı korkutmuştu biraz. Nihayet, hep bekleyip durduğu o sesi duyunca, içi birden coşup, taştı. Yoktu ne söylediğinin önemi, o ses saçlarını okşayıp geçiyordu adeta;

_Altınlarını yarın anama ver, bir sürü masraf yaptılar.

Kız hiç kıpırtısız durdu, konuşmak istiyor ama sesi çıkmıyordu. Öyle bir heyecan dalgası vardı ki üzerinde, ağzından tek bir lafın çıkmasına izin vermiyordu. Adam cevap alamayınca, ters ters bakmıştı kıza;

_Sağır mısın nesin, sana söylüyorum!

_Veririm.

O tek kelimeyi nasıl söylediğine kendi de şaşmıştı. Yeni kocasının bu sert tavrı, genç kızı daha ilk dakikalarda ürküttü. İçindeki heyecan yavaşça endişeye bıraktı yerini. Adam umursamaz bir tavırla gömleğini çıkardı, “ Hadi, ne dikilip duruyorsun orda!” diyerek, kıza ters ters baktı. Kocasıyla geçirdiği o ilk gece, aklında hep hoyratça bir anı olarak kalacaktı. Hoş, daha sonraki gecelerinin de hiç bir farkı olmamıştı birbirinden. Genç adam, gündüzleri yüzüne bakmadığı, bir çift laf dahi etmediği karısını, her gece yatak odalarında aynı haşin davranışlara maruz bırakıyordu. Öyle ki, bu zavallı kız için bir işkence halini almış, çektiği acı giderek şiddetlenmişti. Adamın anlayışsızlığı, kabalığı o dereceye varmıştı ki, yalvarmalarına, bağırışlarına dahi aldırmıyor, çok kızarsa kızı tokatlamaktan bile çekinmiyordu.

  Daha önce yaşamadığı şekilde devamlı bir kanaması olmaya başladı kızın. Korkuyor ama kimseye bir şey demeye de cesaret edemiyordu. Sonunda dayanamıyp, kayınvalidesine bahsetti derdinden. Kadının da, oğlundan aşağı kalır bir yanı yoktu.

_Kız, bi marazın mı vardı senin evvelden?

_Yok ana valla yok!

_Hadi, yalan söyleme bana. Kimbilir neyin vardı da, anagil bize kakaladı seni! Ah, oğlumun da başı yandı!

Kız ağlıyor, gözyaşları bir türlü tükenmiyordu. Kaç günlük gelindi ki daha! En sonunda kaynanası tutup kolundan, sağlık ocağına götürdü. Ebe güzelce muayene ettikten sonra, kadına fikrini söylemişti.

_Valla teyze, çok zorlanmış kızcağız, yaşı da küçük. Rahim bayağı hasar almış.

Kadın, gelinini getirdiği gibi kolundan tutmuş eve götürürken, bir yandan da söyleniyordu;

_Gördün mü anam kısmeti, şimdiden çürük çıktı. Ben ne edeyim böyle gelini.

_Ana valla bi suçum yok benim. Ebe kadını duymadın mı?

_Sus kız! Ağzını yırtarım alimallah senin. Aslan gibi oğluma iftira mı atıyon sen kepaze!

Sus, kabahatinle otur! Senin gibi marazlıyı başımıza musallat ettiler! Vay, yandı aslan gibi oğlum!

Akşam olan biteni oğluna da anlattı kaynanası. Bire bin katıyor, var gücüyle gelini kötülüyordu. Gece kocası odaya gelince, yine dayak yedi zavallı kız. Sonra aynı şeyler yaşandı en baştan. Aylarca devam etti bu işkence. Kız sesini hiç çıkarmadan dayanıyordu. Her seferinde annesinin sözleri geliyordu aklına. Bir de, kocasının düğünlerinde ilk kez gördüğü o bakışları. Genç adam ona ne yaparsa yapsın, kız hep onu ilk gördüğü anı, yaşadığı o titremeleri hissediyordu yüreğinde. Bu ona başka hiç bir şeyin veremeyeceği bir güç vermekteydi. Tarifi olmayan, kendinin bile isimlendiremediği bambaşka bir hisle, kocasının ona kötü davrandığı çoğu anı zihninden kovuyor, sadece o derin bakışların onunla kalmasına izin veriyordu. O bakışlar, ona eziyet eden bir adama ait olamazdı, inanmıyordu buna. Belki de, kocasından çok, ilk kez karşısında gördüğü o adamı sevmişti kız. İkisi başka başka kişilerdi. Hayalinde,  kendince bir oyuna başladı zamanla. Düşlerindeki adamla elele yürüyordu. Tatlı gülümsemesine dalıp gittiği adam, ona papatya buketleriyle geliyordu her gün. Kız mutluydu, kimsenin anlayamayacağı bir mutluluk içindeydi.

Yaşadığı yeni hayat her geçen gün umutlarını öldürmekteydi usul usul. Kocasının anasına, babasına, kardeşlerine hizmet etmekti en büyük uğraşı. Her türlü aşağılanmaya, hor görülmeye sesini hiç çıkarmadan katlanıyordu. Kocasının yüzüne bakmamasına da alışmıştı artık, yine de tuhaf bir şekilde bağlıydı ona. Yüzünde ufacık bir tebessüm görse, dünya, gözünde gökkuşağı renklerine bürünüverirdi. Düşlerindeki o adam hala yakındı ona. Suratı kocasının aynısıydı, bakışları onunkiler gibi derin.

Aylar geçtikçe kaynanası her gün başının etini yemeye başlamış, “Kız, yok mu daha bebe?” diye neredeyse saat başı sorar olmuştu. O da sık sık eliyle karnını yokluyor, bir kıpırtı hissetmeyi umuyor ama boşa çıkıyordu ümitleri. Daha fazla sabredemeyen kadın, sonunda tuttu yine gelinin kolundan götürdü sağlık ocağına. Aynı ebe kontrol etti tekrar.

_Valla, teyze ben dediydim ya o zaman da sana, kızın yaşı küçük, çok zorlanmış, rahimde tahribat ver. Allah bilir ya, zor gebe kalır bu gelin. Uzın tedavi lazım, büyük şehire götürmek lazım.

İşte bu sözler kızcağızın cehennem hayatının kapılarını açmıştı. Önceki ayları da arayacak hale geldi zavallı. Kaynanası misafirlerin yanında bile hiç çekinmeden, “Oğlumun soyunu kuruttun, soyu tükenesice!” diye söyleniyor, her gece benzeri sözleri duymaktan bezgin kız, ağlayarak giriyordu yatağa. Kocasının yaptığı gözardı edilmiş, adı kısra çıkmıştı köyde. Ondan sonra evlenenler, kucaklarında çocuklarıyla caka satmaya geliyorlardı yanına. İnsanların bu derece acımasız olabileceğini yeni yeni öğreniyordu. Duydukları, uğradığı haksızlıklar canını yakıyordu lakin derdini paylşacağı kimseler yoktu yanında yöresinde. Biraz anlatsa, rahata erecekti belki. Sabrının tükendiğini hissettiği anlarda, sadece dua etmek geliyordu elinden.

Kaynanası oğluna yeni bir gelin aramaya başlamıştı çoktan. Hangi köyde bir kız söyleseler görmeye gidiyor, sonra gelip anlatıyordu oğluna. “Aman,” diyordu, “bu sefer gözümüzü açalım da, tongaya düşmeyelim. Öbürü gibi kusurlu çıkmasın bu da maazallah!” Üstelik, tüm bu konuşmalar kızın yanında yapılıyor, hiç birinin aklına, onun neler hissedeceği gelmiyordu. Sanki, kız aradıkları onun kocası değilmişcesine, rahattılar. Öylesine pervasız, uluorta, o sanki oarada değilmişcesine konuşuyorlardı. Kaynanası, yüzünde intikamın verdiği acımasız ifadeyle, arada bir gözucuyla kızı süzer, sonra umursamaz bir halde başını çevirip, devam ederdi anlatmaya. Oysa o da bir kadın değil miydi! Bir zamanlar genç olmamış mıydı! Şimdi nasıl yapabiliyordu tüm bunları! Nasıl içi alıyordu! En çok buna hayret ediyordu kız. Kendisi olsa, asla böyle davranmazdı, çok iyi biliyordu bunu. Ama ne yazık ki, ne bir oğlu, ne de bir gelini olacaktı. Ve suçlu kocasıydı sadece. Şimdi o suçlu koca, başka bir kızı alacak, onu bir köşeye fırlatacaktı. Yoktu, adalet  bu köyde. Başka yerlerde varsa da, burada yoktu.

Bitkindi. Üzüntü yiyip bitiriyordu kızcağızı içten içe. Ne uykusu vardı bir dirhem, ne yiyip içebiliyordu doğru dürüst. Gün boyu ev işlerine koşturuyor, evde onca kişinin hizmetine bakıyor, üstüne üstlük kaynanasının iğneleyici laflarına katlanıyordu. Karşılık vermiyordu, anası öyle öğretmişti, büyüklere, hele de kaynanaya asla karşı gelinmez, ne derse desin ses çıkartılmazdı. Öyle günler oluyordu ki, ağzından tek kelime çıkmadan akşamı ediyordu kız. Ne sohbet edecek, ne derdini dökecek kimsesi yoktu. Kocası geceden geceye geliyor, yüzüne dahi bakmıyordu. Ona bile nerede olduğunu soracak hakka sahip değildi bu evde. Sadece nefes alıyor, yaşamak denirse buna, evet, yaşıyordu. Tek dert ortağı gözyaşlarıydı artık.  Etrafta kimselerin olmadığı zamanlarda gizli gizli akıttığı gözyaşları, ferhalatıyordu yüreğini bir nebze olsun.

Bir gece, şiddetli bir ağrı saplandı karnına. Sanki yüzlerce bıçak aynı anda aynı yere saplanıp çıkyorlardı. Dayanmak mümkün değildi bu ağrıya. İçinden bir şey aktığını hisseder hissetmez, tuvalete koştu. Kanaması vardı, hem de öyle az buz değil. Çok korkmuştu birden, ne yapacağını bilemeden, tuvalette öylece oturdu bir süre. Derken, kaynanasının sesi geldi kulağına;

_Kız, napıyorsun orda saatlerdir? Çık dışarı hadi, çık.

Kalktı, kapının tokmağına uzandı, öyle halsizleşmişti ki aniden, kapıyı açar açmaz yığılıverdi eşiğe.

Kendine geldiğinde, duyduğu seslerden bir hastane odasında olduğunu anlamıştı. Yanıbaşındaki yataklardan yükselen inleme sesleri, koridordan işitilen ve gün boyu hiç kesilmeyen koşuşturmalar, hastanelerin o kendilerine has kokuları, hepsi birleşiyor, kızın dimağında yerlerini alıyorlardı. Arada bir yanına gelen hemşireye sormuştu neler olduğunu ama tam bir cevap alaabilmiş değildi. “Hele, iyice bir dinlen bakalım.” demişti  kadın. Öyle yaptı, bir iki gün kıpırdamadan yattı. O kadar çok ihtiyacı vardı ki dinlenmeye, asırlarca o yatakta yatmak istiyormuşcasına yorgun hissediyordu kendini. Hiç kimsenin de uğradığı yoktu yanına, sadece hemşireler gelip kontrol ediyorlardı, hepsi o. Kocasını bekledi durdu. Gelse, yanında kalsa biraz, ellerini tutsa, dinlenecekti ruhu işte o zaman. Ama gelmedi. Bir iki günden sonra kaynanasını gördü kapıda. Hala düşmancaydı bakışları ama onu gördüğüne sevindi yine de. Yalnız değildi artık. Düşmanca da olsa, tanıdıktı ya o bakışlar, yeterdi. Yaşlı kadın yatağa doğru yaklaşıp, “Kalk, hazırlan hadi, taburcu olacan.” dediğinde, yine o eski cehennem benzeri hayatına döneceğini düşünüyordu kız, değişen ne vardı ki!  Neden hastanede olduğunu bile bilmiyordu henüz. Kaynanasına bu soruyu sorduğunda aldığı cevap, yıllar boyu kulaklarında uğuldarken, her defasında daha da fazla ızdırap verecekti;

 _Rahmini söküp aldı doktorlar. Çürümüş zati, bir işe yaramazmış. Beben falan da olmaz artık senin. Baştan marazlıydın, kakaladılar bize ananla baban! Oğlumun da başını yaktın! Bi de öleydin, pek matahmışsın gibi biz giderdik gümbürtüye. Seni eve bile sokmamak lazım ya, neyse! Uğursuz!

Bunları söylerken, bir yandan da kızı çekiştiriyor, üstünü giydirmeye uğraşıyordu. Sonra kolundan tuttu, adeta sürüyerek indirdi merdivenlerden. Arkalarından bakan herkes, kızın haline acımış ama hiç bir şey yapmamışlardı. Kaynanasıydı sonuçta, onlara laf söylemek düşmezdi.

Bütün dinlenmesi hastanede yattığı kadar olmuştu. Eve döner dönmez, yine işe koyuldu hasta hasta. Evlendiğinden beri ancak bir iki kez gördüğü annesi geldi bir öğleden sonra. Kız annesini görünce karşısında, koşup boynuna sarılmak, onu buradan götürmek için yalvarmak istedi ama yapamadı. Sadece bir kaç dakikalığına başbaşa kaldıklarında kendisiyle gitmek istediğini söyleyince, annesi ters ters baktı kızının yüzüne.

_Bir kere çıkıldı mı baba evinden, bir daha dönülmez, bilmiyor musun sen. Otur oturduğun yerde! Kocandır, ne yapsa katlanacan!

Annesiydi ama o da anlamamıştı çektiklerini. Kendi annesinden ne gördüyse, aynısını yapmış, aynısını öğretmişti kızına. Yapılacak bir şey yoktu artık. Susup, her şeyi kabullenmek en kolayıydı. Öyle yaptı o da. Sevdayı da, acıyı da gömdü yüreğine yaşamaya çalıştı.

Haftalardır bir telaş vardı evde, farkındaydı ama soramıyordu kimseye. Hoş, sorsa da, cevap alamazdı ya! Kimsenin onu adamdan saydığı yoktu, kocası bile aldırmıyordu ki, diğerleri aldırsın. Yine de, neler olup bittiğini merak etmiyor değildi. Kaynanası pek şen şakraktı son günlerde. Sık sık alışverişlere çıkyor, eli kolu dolu dönüyordu. Kocası her zamanki gibi çok geç saatlerde geliyordu eve, üstelik son aylarda içkiye de dadanmış, körkütük sarhoş halde gelir olmuştu. Bir gün yine paketlerle eve dönen kaynanası, elindekileri ona doğru uzatmış, nispet yapar gibi gülerek, “Bak, “ demişti, “çeyizlikler aldım. Kızcağız, kadının elindekilere göz atarken sordu merakla;

_Hayrola, evlenen mi var ki?

 _Var, ya!  Oğlumu evlendiriyorum!

Kızın şaşkın bakışlarına kahkahalarla karşılık veren kadın, “Ne o!” dedi, “Niye bakıyorsun öyle aval aval? Oğlumu sana mı bırakacaktım! Körpecik kız alıyorum ben ona!

Hiç cevap vermedi. Biraz şaşırsa da, bekliyordu aslında bunu. Kendi gibi bir zavallının daha kanına gireceklerdi demek!  Yaşıtları hala sokaklarda oynarken, okullarına giderken, onun başına neler gelmişti! Ve şimdi tüm bunların suçlusu olan adam, başka bir zavallının hayatını karartmaya hazırlanırken, annesi de çanak tutuyordu bu duruma. Üzülüyordu. Kendinden çok da, o zavallı kız için. Keşke, bulup konuşabilseydi o kızcağızın ailesiyle, keşke uyarabilseydi onları. Kendi dertlerini unutmuş, onun adına endişeleniyordu. Kuması gibi görmüyordu kızı. O da kendisi gibi, sadece bir kurbandı. Başına geleceklerden habersiz bir zavallı. Kurtarabilseydi keşke o kızcağızı, keşke elinden bir şeyler gelseydi.

Düğün günü gelip çatmıştı nihayet. Kaynanası her işi ona yaptırdıktan sonra, ortalarda dolaşmamasını tembih etmiş, göndermişti odasına. Hava kararmaya başlayınca, davul zurnanın sesi duyuldu. Kız, tülün ardından baktığında bahçeye, sanki kendi düğünündeymiş gibi hissetti. Her şey aynıydı. Aynı kişiler, aynı sesler, aynı müzik! Geçmiş, olanca yeniliğiyle canlanıvermişti gözlerinde. Kocasının yakışıklı yüzü karşısında, kalbinin atışlarını bile hissetti yeniden. Muhtemelen, o zavallı küçük kız da aynı şeyleri hissedecek, o adamda sevginin kırıntısı bile olmadığını bilmeyecekti. Hala seviyordu kocasını, bunu inkar edemezdi. Ama  onun asla kimseyi sevemeyeceğini çok iyi anlamıştı. Sadece kendine hayran, soğuk, kalpsiz bir adamdı. Yeni karısına da, tıpkı ona davrandığı gibi davranacaktı, adı gibi emindi bundan. O yüzden de kızı hiç kıskanmıyor, tam tersine acıyordu.

Tekrar cama doğru yöneldi, gelin hala yoktu ortalıklarda. Kocası, yine o donuk bakışlarıyla etrafı süzüyor, o gülümsemeyen yüzüyle öylece oturuyordu. Gülmeyi bilmeyen bir adamdı o. Kız bazan düşünürdü, böylesi yakışıklı bir yüze nasıl da yakışırdı içten bir gülümseme! Bir kere olsun görmek isterdi bunu ama nafile, biliyordu göremeyeceğini. O anda farketti yeni gelini, beraberindeki bir kaç kişiyle  yürüyordu ağır ağır. Kocasının yanındaki boş sandalye onu bekliyordu. Pek ufak tefek bir kızcağızdı, bir çocuk misali. Sandalyeye oturdu yavaşça, çok heyecanlı olduğu belliydi. Kız yüzünü seçmeye çalıştı. Hemen arkasındaki büyük ağaca asılmış bir kaç renkli ampul, gelinin yüzünü aydınlattıklarında, kız dikkatlice baktı. Yüzünde yakaladığı tek şey, kendininkiyle aynı olan masumiyetti.                                                                            SON                                                                    

 
Toplam blog
: 58
: 1128
Kayıt tarihi
: 26.07.12
 
 

Anadolu şehirlerine özgü o sıcaklığı havasında barındıran Tokat'da, büyük bahçeli bir evde doğdum..