Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Eylül '21

 
Kategori
Ben Bildiriyorum
 

Melik Yok - Ölmüş

Melik Yok-Ölmüş

Asar Şamil

Başardılar. İnsanlar ne yapsın? Korkuyorlar. Biz onlarla zaten Rusça konuşuyoruz. Kendi aramızda, ana dilimiz olan Türkçeyi konuşacağız tabii… Türkçe konuşuyoruz diye suçlu durumuna düşüyoruz. Yahu bu bizim ana dilimiz anlayın artık bunu!

Rüzgâr yüzüne vurduğunda, dükkânının kapısını yeni

kapatmıştı. Paltosunun yakasını kaldırdı, hızlı adımlarla karanlık sokakta yürümeye başladı.  

“Öf be, ne soğuk!” Soğuktan gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Bıyıkları nefesinden ıslanmış, biraz da buz tutmaya başlamıştı. Karşıdan gelen iki kişi ile selamlaştı. Onlardan henüz uzaklaşmıştı ki, Ali Amca ile karşılaştı.

“Hayırlı geceler. Camiye mi?”

“Camiye oğlum. Yatsıyı kılacağım.” 

“Allah kabul etsin.”

“Âmin oğlum. Babana selam söyle.”

“Baş üstüne…” Gideceği yer uzak değildi. Biraz daha gidince Cabbar’ın evine geldi. Evin her tarafında ışık vardı. Bütün odaların lambaları yanıyordu.

“Hayırdır İnşallah...” Kapıya elini uzattı. İki katlı ahşap evin eski tahta kapısı üstüne geliyordu sanki. Kapıya vurmadan, kapı açıldı. Birileri ağlayarak dışarı çıktılar. Her yerden ağıt sesleri geliyordu. Şamil ne olduğunu anlayamadığından toparlanamadı. Bağırdı.

“Ne oldu?” kapının yanındaki adam:

“Oğlum içeri gir.”

“Melik’i dün gece vurmuşlar.” Şamil’in içi, bir ateş düşmüş gibi yanmıştı. Koşarak merdivenlerden yukarı çıktı. Ilgın Ali oradaydı.

“Nasıl oldu?” Ilgın Ali’nin sesi ağlamaktan kısılmıştı.

“Dün gece vurmuşlar.”

“Vurmuşlar mı?”

“Ne zamandır takmışlardı, biliyorsun, takipteydiler. Getirip kapıya atmışlar. Musa amca, sabah ezanı namaza giderken bulmuş. Ondan sonra da zaten kıyametler kopmuş. Cabbar seslere gitmiş. Melik’ i kucakladığı gibi kendi evine getirmiş...”

Ilgın daha fazla konuşamadı. İki dost sarıldılar. İkisi de hıçkırıklarla ağlıyorlardı. Ilgın Ali, gözlerinden inen yaşları elinin tersiyle sildi.

“Nasıl kıydılar?” Şamil etrafına baktı.

“Cabbar nerede?”

“Melik’in başucundan ayrılmıyor.”

“Hangi odada?” Ilgın Ali eliyle yan taraftaki odayı gösterdi.  Şamil, gösterdiği odaya doğru yürüdü. İçerisi kalabalıktı. Melik yatıyordu. Çenesini bağlamışlar, üstüne bıçak koymuşlardı. Bembeyaz bir suratla orada, öylece yatıyordu. Şamil’in içi acıdı. Cabbar başında ağlıyordu. Şamil’i görünce;

“Şehitler artıyor Şamil! Şehitler artıyor!” dedi.

“Artıyor Cabbar.” Gözlerinden yaşlar aktı. Cabbar, Şamil’in boynuna sarıldı.

“Melik yok artık…” Musa amca, Melik’in başucunda oturuyordu. Yaşlı adam ağlamaktan kızarmış gözlerini açamıyor, durmadan dua okuyordu… Kadınlar diğer odadaydılar. Sesleri geliyordu. En çok da annesinin ve kız kardeşinin sesi geliyordu. Kız kardeşi!

‘Sümeyra, özlemim. Sevdiğim.’ Şamil’in içi daha bir yandı. O kız bu acıya nasıl dayanacaktı! Abi, kardeş çok yakındılar. Melik her gittiği yere bacısını götürür, onu gözü gibi sakınırdı. Ah Melik… Birileri gidiyor, başka birileri geliyor, ağlama sesleri ahşap evin duvarlarını zorluyordu.

“Bu ne büyük acı?” Yaşlılar, erkeklerin avluya çıkma zamanlarının geldiğini söylediklerinde, Musa amca, oğlunun başından zor ayrıldı. Bütün erkekler avluda ayakta durdular. Hoca dua etmeye başladı. Herkes hocayı dinliyor, Âmin denilmesi gereken yerde de âmin diyorlardı. Melik’i anlattılar. Hoca anlattı. Arkadaşları anlattı. Bu babayiğit kahramanın anlatılacak o kadar çok şeyi vardı ki! Şamil’in başı dönmeye başladı. Hıçkırıklarını tutmak istemesine rağmen boğazından dışarı fırlıyorlardı. Nefesi kesildi zannetti bir an. İnanamıyordu… Melik yoktu… Bütün gece, herkes ağladı. Ailesi, arkadaşları, komşuları, hatta Melik’i tanımayan, yaptıklarını bilen hemşerileri sabaha kadar evlerine taşındılar. Gelenlerin ardı arkası kesilmiyordu… Oturdukları yere bomba düşmüş gibiydi. Herkes bu arslan yürekli Melik’e ağladı… Daha yapacak çok işi vardı Melik’in.

Ertesi gün, öğle namazından sonra, defnetmek için mezarlıktaydılar. Bu zamanda cenaze törenleri kalabalık olmuyordu. İnsanlar korkutulmuş, sindirilmişlerdi. İslam adetlerine göre yapılacak olan cenaze törenleri, Rusları rahatsız ediyordu. Hele hoca yüksek sesle dua okursa, askerler hemen yanlarına geliyor, susturuyorlardı. Oraya gelenler, askerlerin tehditkâr bakışlarından rahatsız oluyorlar, açıkçası korkuyorlardı. Oysa Melik’in cenazesi çok kalabalıktı. Melik’e herkesin içi yanmıştı. Oralılar, Melik’i kurtarıcıları gibi görürlerdi. İyi adamdı Melik. Herkese yardım eder; fakirin, fukaranın daima yanında olurdu. Öyle bir babayiğitti ki; askerler ondan çekinir, onun olduğu yere gelmezlerdi! Cenaze çok kalabalık olunca asker sayısını da artırmışlardı. Her taraf eli tüfekli askerlerle çevrilmişti. Kalabalık, duayı okuyan hocayı da cesaretlendirmiş olmalı ki hoca yüksek sesle duaları okuyordu. Musa amca artık ağlayamıyordu. Cenaze gömülmüş, dualar okunmuştu. Evden içeri girerken babaları fenalaştı. Yaşlı adamı zorlukla kendine getirdiler. Taziyeye gelenler bu acımasızca kıyımı konuşup lanetliyorlardı. İçlerinde aynı Melik’in anne babası gibi ciğerine ateş düşmüş, başka ana babalar da vardı. Ağıt sesleri dar sokaklarda çınlıyordu. Gece, cenaze evinden dönerken, Şamil’in babası Asar Efendi;

“Bunların hesabını nasıl verecekler? Bu dünyanın öbür tarafı da var. Bunlar orada ne yapacaklar? İnanın acıyorum hallerine...” Huriye Hanım, mendili ile gözlerini sildi.

“Aman Asar Efendi, acıyacak adam bulamadın da bu zalimlere mi acıyorsun?!”

“Bunlar cehennem azabını bilmiyorlar mı?”

“Allah belalarını… Tövbe tövbe!”

 Hava soğuktu. Akşamın ayazı iliklerine kadar donduruyordu.

“Hadi hızlanın, hava çok soğuk.” 

Komşular günlerce acılı aileyi yalnız bırakmadılar. Adetlerine göre kadınlar, ölenin, elli ikisi çıkmadan mezarlığa gidemezlerdi. Perşembe akşamı lavaş yaptılar ve bütün komşulara dağıttılar. Bunu, uzunca bir süre, perşembe akşamları yapacaklardı…

Gelen giden bitince aile kendi içlerine, kendi dünyalarına kapandılar. Kendi acıları ile birlikte…

Dışarıdakilere hızla gelen sabah, akşam; o evin içinde durmuştu. Bir türlü sabah olmaz, olduysa da akşam gelmezdi. Ama hızlandı bir süre sonra…

Hayat normale dönmeye başlamıştı…

 

Günler sonra, Şamil ve arkadaşları, Cabbar’ın heykel atölyesinde buluştular. Yine Melik’ten konuştular uzun süre… Onun yaptıklarından, yapmak istediklerinden bahsettiler. Cabbar:

“Allah bilir; ama o da vatanı için öldü. Şehit oldu. Bence Cennettedir.” Arkadaşları da onayladılar:

“Şehit olmuştur arslan arkadaşımız...”

Cabbar’ın figüratif taş heykelciliği atölyesinde, kendinden başka üç kişi daha çalışıyordu: Hüseyin, Talat ve Ahmet. Bu üç genç de onlarla birlikte aynı davadaydılar. Toplandıkları yerde genellikle bu atölyenin alt katı olurdu. Yerin bir kat altında olan atölyenin penceresi olmadığından dışarıya ışık sızmazdı. O yüzden burada rahattılar. Geç saatlere kadar toplanırlar; toplantıları bittiğinde de aralıklarla çıkar, dikkat çekmemeye çalışırlardı. Cabbar’ın atölyesinde hummalı bir çalışma olurdu her zaman… Buradakiler içlerindeki ateşi işlerine yansıtırlar, hınçlarını taşlardan alırcasına çalışırlardı. Hüseyin imalatta, Talat boyamada, Ahmet de süslemede usta olmuşlardı. Cabbar, hepsinin ustasıydı. O tam bir sanatçı ve iyi bir esnaftı. Ilgın Ali, ressamdı. Onun da küçük bir atölyesi vardı. Yalnız çalışıyordu. Baba mesleği olan kunduracılığı okul tatillerinde babasına yardım ederek iyice öğrenmişti. Akademide güzel sanatların resim bölümünde eğitim almıştı. İyi bir ressam, büyük bir sanatçıydı. Ilgın Ali’nin babası hiçbir zaman oğlunun Moskova’da okumasını istememişti. Ona göre eli, kunduracılığa çok yatkındı. ‘El yapımı kunduracılıkta bir sanat değil miydi?’ Ilgın Ali, okulunu bitirip geldiğinde küçük bir atölye açmıştı. Çok iyi para kazanmıyordu; ama geçimini sağlıyordu. Şamil de Şamhal ve Şirvan gibi mühendislik okumuştu. Mühendis olduktan sonra, Moskova’da büyük bir şirketin inşaatlarında çalışmaya başlamıştı. Bu çalışma kısa sürmüştü. Memleketinden gelen haberler onun orada daha fazla kalmasını engellemişti. Bu gençlerin, bu okumuş insanların aklı ve yüreği ile birilerine dur demeleri gerekiyordu. Onlar da öyle yapmışlardı. Moskova’ya aynı tarihlerde giden arkadaşlar, neredeyse aynı zamanlarda memleketlerine dönmüşlerdi... Şamil’in yapacağı işi belliydi. Babasının halıcı dükkânını işletecekti. Cabbar’ın sesi ile düşünceleri dağıldı.

“Şamhal’ı da öldürdüler de haberimiz mi yok acaba?” Şamil:

“Şirvan’la gitmesi üç ayı geçti, değil mi?”

“Geçti kardeşim, kim bilir neredeler?”

“Bence yaşıyorlar. Götürmüş bir yere tıkmışlardır.”

“Allah kahretsin! Ne zaman bunun sonu gelecek?”

“Bu belli değil mi? Bizler baş kaldırıp isyan etmezsek, bunun sonu gelmez. Daha da arttırırlar eziyeti. Tek bir İslam kalmayana kadar uğraşırlar!”

Şamil atölyenin içinde bir süre dolaştı.

“Dağıstan Emeviler döneminde İslam’ı seçti, değil mi? Bunu hepimiz biliyoruz. Bunu Ruslar da biliyor.” Cabbar:

“İçlerine sindiremedikleri de bu değil mi? Buralar tarih boyunca bugüne kadar çok zalimlikler gördü, ne direnişlerde bulunuldu.” Şamil:

“Bunlarda çok eskilerden kalma acılar var. Biliyorsunuz Nakşibendî Tarikatının yaptıklarını… Şu anda Dağıstan’da 360’ı Ulu Cami olmak üzere, 2060 civarında caminin olduğunu söylüyorlar. Bu camilerdeki din adamları ve Ulemaların büyük tesirleri olmuş herkesin üstünde.” Cabbar:

“Hala öyle değil mi?”

“Evet, eskisi kadar olmasa bile, hala öyleler.” Ilgın:

“Bence onlar hala çok etkililer. Yoksa bunlar, bize yaptıkları zulmü daha da artırırlar. Onlar tarihten aldıkları derslerden çekiniyorlar.” Cabbar:

“O zaman yapılanlar, neden şimdi de yapılmasın?” Şamil:

“Zaten yapılmıyor mu kardeşim?!” Ilgın:

“O zaman, daha mı yüreklilermiş? Yoksa biz mi çok ağırdan alıyoruz anlamıyorum… Düşünüyorum: O tarihlerde Dağıstan’da, Mescit ve medrese bulunmayan köy yokmuş. Bu mescit ve medreselerde Arapça, Türkçe, Farsça ve Yerli Dağıstan dillerinde eserlerin bulunduğu, zengin kütüphaneler varmış. İmam teslim olunca, mücadele durmamış. Dağıstan ve Çeçenistan milli özgürlük hareketlerinin öncüleri, daha sonra Anadolu’ya giden Ziyaeddin Dağıstani’nin de aralarında bulunduğu bu ulemalar, çok mücadele vermişler. Ruslar camileri yıkmışlar; medreseleri de tamamen yok etmişler.” Şamil:

“Şimdi ne yapıyorlar? Bize dinimizi, dilimizi yasaklamaya, ismimizi değiştirmeye çalışmıyorlar mı? Çoğunu da başardılar.” Cabbar:

“Başardılar. İnsanlar ne yapsın? Korkuyorlar. Biz onlarla zaten Rusça konuşuyoruz. Kendi aramızda, ana dilimiz olan Türkçeyi konuşacağız tabii… Türkçe konuşuyoruz diye suçlu durumuna düşüyoruz. Yahu bu bizim ana dilimiz anlayın artık bunu!” Şamil:

“Bir tarihe baksalar, l860’da Kaluga’da, sürgündeyken, Şeyh Şamil, kendisini ziyarete gelen Ruslardan Zahar ile Azeri Türkçesi konuşmuş. Hatta o tarihlerde Kazan Türklerinden olup, Rus ordusunda hizmet gören askerler de kendi aralarında Türkçe konuşuyorlarmış. Şimdi Türkçe konuşmak yasaklanıyor. Bu nasıl bir adalettir? Bunlar her şeyimizi, dinimizi, dilimizi ve ismimizi bizden almak için uğraşıyorlar. Bizler bunlara karşı çıkmazsak yok olur gideriz. Bizler sesimizi çıkardıkça, itiraz ettikçe, onlar da boş durmayacaklar. Durmasınlar! Melik’ler ölecek, Ahmet’ler, Şamil’ler ölecek, Şirvan’lar kaybolacak; ama biz, bizden istediklerini vermeyeceğiz.” Cabbar:

“Haklısınız. Ben diyorum ki; biz bir süre sessiz kalalım. Bunlar bizi takip ediyorlardır. Akıllı hareket etmemiz gerek. Ne diyorsunuz?”

Şamil’de aynı şeyi düşünüyordu.

“Bence de bir süre sessiz kalalım. Bakalım ne yapacaklar?”

Ilgın Ali, paltosunu giyinirken;

“Haydi, arkadaşlar evlerimize dağılalım. Gece karanlık sokaklar hepimiz için tehlike...”

Kalktılar. Paltolarını giyinirlerken Şamil:

“Cabbar biraz amcanlara uğrayalım ha, ne dersin? Ben bir iki gündür gitmedim. Geç mi oldu yoksa?” Cabbar:

“Gidelim, ne geç olacak? Fukaralar uyuyorlar mı sanki! Hem gelen giden de oluyor.”

Diğerleri selamlaşıp ayrıldılar. Melik’lerin evlerinin olduğu tarafa yürümeye başladılar.

Evdekilerin, gözlerinin yaşları hala bitmemişti. Arife yenge, perişandı. Ağıt yakıp ağlıyordu. Yan odada namaz kılan Musa amca geldi. Musa amca genç kıza;

“Sümeyra, hadi kızım bize birer kahve yap da içelim.” Sümeyra başı ile ‘olur’ şeklinde bir hareket yaptı. İçeri gitti. Biraz sonra mahzun yüzü, elinde kahve tepsisi ile geldi. Şamil kıza bakıyordu.

“Ne güzel kız.” dedi içinden. Genç kız ikramını yaptıktan sonra yine kapının yanına gitti. Ayakta beklemeye başladı. Şamil genç kıza ısrarla bakmaktan, bir anda utandı. Başını önüne eğdi. Gidene kadar bir daha kıza bakmadı...

Gece, yatağında tavana bakarak düşünüyordu.

“Allah özene bezene yaratmış. Melik bunca yıllık arkadaşımdı. Başımız az belaya girmedi. Birlikte neler yaşadık. Ben kız kardeşine olan sevdamdan ona hiç söz etmedim. Olmaz; yakışık almaz diye düşündüm hep. Hâlbuki bu ateş yıllardır içimi nasıl kavuruyor!” Yastık, yorgan, yatak sıkmıştı onu. Kalktı. Pencerenin önündeki sedire oturup sokağa baktı. Karanlıkta birilerini seçer gibi oldu. İki Rus askeri, evlerini gözetliyorlardı. İstem dışı arkaya çekildi. ‘Bunlar bizim evi gözetliyor.’ Bir iki dakika geçti. Kapıları vuruldu. ‘Gecenin bu saatinde bunlar hayra gelmez.’ Odasından dışarı çıktığında babası ile karşılaştı. Asar Efendi heyecanla;

“Hayırdır inşallah kim ola ki!” dedikten sonra kapıyı açmak için aşağıya inmek üzere merdivenlere yöneldi. Şamil;

“Baba bekle ben açarım.” Şamil hızla indi. Kapıyı açmadan

“Kim o” diye bağırdı. Askerler cevap vermeden kapıya vurmaya devam ettiler. Kapıyı açtı. Rusça;

“Ne var ne istiyorsunuz?” Askerlerden biri;

“Şamil sensin değil mi?”

“Bensem ne olacak?”

“Zorluk çıkartma; bizimle geleceksin.”

“Niye, ne yaptım?”

“Bilmeyiz gel orada söylerler ne yaptığını?” Asar Efendi inmişti.  Askerlere Rusça;

“Ne var! Neden oğlumu götürmek istiyorsunuz?” dedi.

Biri yüksek sesle,

“Kendi rızanla gelecek misin, yoksa biz seni götürelim mi?”

“Geliyorum çıkıp üstümü giyineyim.”

Karakola gittiklerinde, askerlerin başlarındaki Çavuş Gelingenkof, Şamil içeri girdiğinde, masasının arkasında, ayakta duruyordu. Şamil’i görünce yanına geldi.

“Silahlar nerede?”

“Ne silahları?”

“Şamil, seni tanırım. Kolay konuşmayacaksın; ama ben seni konuşturacağım. Onun için acı çekmeden konuş. Tekrar ediyorum; silahlar nerede?!”

“Çavuş, hangi silahlardan bahsettiğini bilmiyorum!”

“Biliyorsun! Uzun etme, duydum.”

“Ne duydunuz?”

“Dükkânında silah saklıyorsun.”

“Dükkânımda halı satıyorum, hiçbir şey saklamıyorum.”

“Sen kaşındın...”

Çavuş adamlarına işaret etti. İki asker, hızla iki kolunu tersine çevirerek mengene gibi sardılar. Çavuş önce tokat, ardından yumrukla saldırdı. Vurduğu yerlerden kan fışkırıyordu. Şamil adamlardan kurtulmaya çalıştı; ama zebellah gibi olan askerlerden kurtulması mümkün değildi. Gelingenkof bir yandan yumrukları sıralarken, bir yandan da çıldırmış gibi bağırıyordu.

“Onlar oradaydı! Şimdi yoklar! Köpek…Nerede silahlar nerede?!”

Şamil çenesine ve dudağına aldığı, iki sert yumruktan konuşamaz hale gelmişti. Gözleri karardığında kulakları da uğulduyordu. Bir derin kuyuya düşüyor gibi hissetti kendini…

Gözlerini açtığında dükkânındaydı. Yattığı yerden etrafına baktı. Dükkân tarumar edilmişti. Her taraf karışmış, halıların altı üstüne getirilmişti. Şamil korku ve telaşla, hızla kalkmak isteyince başı döndü, gözleri karardı. Yine kendinden geçti... Babasının sesi ile kendine geldi. Asar Efendi, oğlunun başının altına, kolunu koymuş, ona biraz su içirmek istiyordu.

“Şamil, evladım şundan iki yudum iç. Hadi be evladım, kendine geleceksin.”

Şamil güçlükle gözlerini açtı, yine etrafına baktı.

“Baba, sen ne zamandır buradasın?”

“Oğlum, vakit geçip gelmeyince seni merak ettim. Önce dükkâna bakayım, dedim. İyi ki de gelmişim. Ne aramışlar? Buranın altını üstüne getirmiş bu alçaklar.”

Şamil yerinden kalkmak, biraz doğrulmak istedi. Her tarafı kan içindeydi. Kırık yoktu. Yavaşça kalktı.

“Baba ben iyi değilim, haydi eve gidelim. Yaraları ilaçlamak lazım...”

“Tamam oğlum. Yürüyebilecek misin?”

“Yürürüm baba. Bu soysuzlar dışarıdalar değil mi?”

“Evet, oğlum burayı gözetliyorlar.”

“Tamam, baba koluna gireyim senin.”

 Şamil babasının koluna asılarak yürümeye çalıştı.

 

 

Nazan Şara Şatana’nın ASAR ŞAMİL VE RUS TERZİ Kitabından…

 

 
Toplam blog
: 1731
: 4678
Kayıt tarihi
: 09.12.10
 
 

Turizmci; Genel müdür Yazar ; Romanlar, senaryolar müzikkaller... Sinema filmleri, TV filmleri.....